30 Mart 2009 Pazartesi

BİLECEKSİN

Bileceksin.

Hayatta herşeyin sana ait olmadığını.

Ölümün, doğum kadar gerçek olduğunu.

Aslında gerçeğin de ne olup olmadığını bilmediğini de bileceksin.

Bildiğini sandığın şeylerin,bilmediklerin olduğunu bileceksin.

Hayat öğretir sana bilmediklerini.

Var olduğunu sandığın duyguların bir hayalden ibaret olduğunu,
Hayallerin de boş olduğunu bileceksin.

Sana bildirilmeyenleri bileceksin.

Sezgilerinle mi bulursun,aklınla mı orasını bilmem.

Bidiğim birşey varsa,o da kimsenin bilmediğini bildiğini bileceksin.

Bilsen de,bildiklerinin pek bir şey ifade etmediğini bileceksin.

Zira,bildiklerin sende kaldıkça bir değerinin olmadığını bileceksin.

Zamanın sınırı olmadığını bileceksin.

Sınırı olmayan zamanın bir sahibi olduğunu bileceksin.

Varlığın temeli sevgidir,bunu bileceksin.

Senden sana birşey kalmayacağını bileceksin.

Götürdüklerinin seninle gideceğini bileceksin.

Vee hayatın bir anlamı olduğunu,
ama bu anlamın ne olduğunu bilmediğini bileceksin.


Ramazan Işık

29 Mart 2009 Pazar

İKİ KERE EZİLDİK

Bizim kuşağın çoğunluğu,kırsaldan şehirlere göç eden ailelerden oluşuyor.Bu ailelerin genel yapısı;kırsalda okul olmamasından kaynaklanan eğitim eksikliği.Bu sebeple de atadan kalma adet ve göreneklerle çocuklarını yetiştirdiler.Buradaki eksiklikler onların suçu değildi elbette.

Bizim çağın nesli,bu adet ve görenekler gereği büyüklerimiz tarafından ezildi.
Bizden öncekiler,cehaletin ve ekonomik sıkıntıların getirdiği zorluklarla,çocuklarına gerekli özeni gösteremediler.Pekçok örnekle belirleyebileceğimiz yanlış davranış biçimleri ile çocuklarını eğittiler.
Hayatı paylaşmak suç gibi algılanırdı o yıllarda.Örneğin bir erkek çocuğunun mutfakta eşi ile birlikte yemek yapması düşünülemiyecek birşeydi.Aslında hayatın güzelliklerinin paylaşılması olan bu durum,sanki bir suçmuş gibi algılanırdı.Büyüklerimizin yanında çocuklarımızı sevemezdik.İnsan kendi çocuğunu sevmezmi.Ama seversen büyüklere saygısızlık olarak algılanırdı nedense.Bu ve buna benzer pekçok örnek bize gösteriyor ki bizim çağın insanları büyüklerimiz tarafından ezildi .


Çocuklarımız tarfından da ezildik.
Biz büyüklerimizin yaptığı hatayı yapmayalım,çocuklarımıza gerekli sevgiyi gösterelim,yemeyelim onlara yedirelim,eğitimleri eksik kalmasın,çağın teknolojilerini kullanabilsinler diye bütçelerimizi ve tüm zamanımızı onlara ayırdık.Yaşamı onların gelecekleri üzerine kurguladık.Görünen o ki,bu davranış biçimi de çok doğru değilmiş.Büyüklerimize hatalı davrandılar derken,biz de bir başka biçimde hatalı davranmışız.Her şeyimizi çocuklarımıza vakfetmekle.
Derken bir de baktık ki kendimize yaşayacak zaman kalmamış.Ne kendi ilgi alanlarımıza dönük yaşama biçimleri oluşturmuşuz.Ne kendi özel zevklerimize ekonomi ve zaman ayırmışız.Ne de gönlümüzden geçenleri gerçekleştirebilmişiz.

Bu konuda basit bir örnek verecek olursam;gençliğimde motosiklet kullanmayı ve o doğrultuda bir yaşama biçimi oluşturmayı isterdim örneğin.Ama yukarıda açıkladığımız sebeplerle bunu gerçekleştiremedim.Zira ona ayrılacak bir bütce ve zaman çocuklarımın geleceğine zarar verebilirdi.

Bundan ayrı olarak sanatın birçok alanı da benim ilgimi çeker.Bunlardan bazıları da zaman ve ekonomi isteyen şeylerdir.Bunları da gerçekleştiremedim.Edebiyatla ilgilenmek,tarihin bilinmediklerine dalmak isterdim örneğin.Ama malum sebepler buna engeldi.

Bizden sonrakiler de bu zaafımızı anlayıp,bunu sonuna kadar kullandılar.

Yaşıtım olan bir arkadaşımdan dinlemiştim."Çocuğumu okuttum,yetiştirdim,yurt dışında eğitime gönderdim.Yüksek eğitim bittikten sonra yetmedi,master ve doktora yapacağını söyledi.Benim yaşım ilerliyordu.Emekli oldum.Emekli ikramiyeni bana ver,ben doktoramı tamamlıyayım diye ısrar etti,diyordu.Kendi kendime düşündüm,peki ben ne olacağım şimdi.Bana hiç mi hayat lazım değil.Ya başıma birşey gelirse,benim çocuğum yurt dışından gelene kadar cenazem bile kalkmış olur.Peki ben hayatı ne zaman yaşayacağım.Hobilerim,özel zevklerime sıra ne zaman gelecek.Günümüz teknolojisinin verdiği imkanlarla ve haberleşme araçlarıyla görüyorum ki çocuğum yurt dışında her türlü özel zevkini yaşıyor ve hobilerini gerçekleştiriyor.Bu bir sömürü değil mi."diye yakınıyordu.

Biz iki taraftan da ezildik.Hem bizden öncekiler tarafından,hem çocuklar tarafından.

İnsanlar bu kadar bencil olmamalıdır.Hayatın herkes için var olduğunu,anne ve babalarının kendileri için ne özverilerde bulunduğunu anlamalılar.O zaman gerçek sevginin değeri ortaya çıkar.Yoksa hep bana hep bana ,yok sana yok sana olursa,hayat dengesini yitirir ve çatışmalar başlar.Bu çatışmadan da ,ilk önce bencil olanlar kaybeder.Empati uygulayıp karşısındakini de anlamalı insan.

Herşeye rağmen hayat güzel.Yaptıklarımızdan pişmanlık duymuyoruz elbette.Böylesine bir yaşama biçimi oluşturmuş bizim nesil.Bunu da bilinçli olarak ve isteyerek yapmış.Bu işi birazcık da özel zevki olarak algılamış.Kendine özgü duygu ve düşüncelerini içe bastırmış.

Hangi yaşta olursak olalım,geleceğe bir ok atıp arkasından koşturmalıyız,yetişmek için.Bakarsın o ok birgün bizi "sonsuzluğun sahibi"ne götürmüş olur.O gün de çok uzakta olmasa gerek.Orda sonsuz bir huzur bizi bekliyor.
Geride kalanlara selam olsun.


Ramazan Işık

28 Mart 2009 Cumartesi

NE OLDUM DELİSİ

Ülkemizde siyaset yapanlardan bazıları,hele bir ucundan iktidar koltuğuna da oturmuşlarsa,bizim ellerde söylenen bir deyimle ifade edersek; "ne oldum delisi"oluyorlar.Oysa ne oldum diyebilmek için,yeryüzünde şimdiye kadar kimsenin yapamadığını yapabilmek lazımdır.Zaten şimdiye kadar kimsenin yapamadığını yapmış olanlar da "ne oldum delisi" olmazlar.Olsa olsa bulduğu buluşun sevinci ile Newton'un yaptığı gibi banyodan çırılçıplak sokağa fırlayıp "buldum,buldum"diye bağırırlar.

İktidar olmak,ülkelerin yönetimlerine gelmek öyle çok tamah birşey değildir aslında.Özellikle demokrasilerde,ülkede yaşayan pekçok insan belli zamanlarda yönetim görevlerine gelir ve gider.Demokrasi olmayan ülkeleri de sayıya katarsak şu anda yeryüzünde 184 ülkenin bulunduğu var sayılıyor.Elbette bu sayı zaman içinde değişebiliyor.Bu sayıya göre demek oluyorki 184 tane iktidar,yer yüzündeki insanları yönetiyor.Bir de iktidarda olanları alt kademelere doğru sıralarsak(bakan,milletvekili,parti yöneticisi vb.),bu sayının ne kadar fazlalaştığını görürüz.Bu bakış açısıyla olaya baktığımız zaman,yukarıda belirttiğimiz gibi,yönetim kademelerinde görev almak çok da önemli birşey gibi görünmüyor.Bir de bunun gelmiş geçmişleri var.Gelecekte görev alacak olanlar var.Tüm bunları düşündüğümüzde iş daha da sıradanlaşıyor.

İnsanlar tek ve kalıcı olmak istiyorlarsa,bilimde ,sanatta birşeyler üretmelidirler.Onlarca ülkede yüzlerce iktidar sahibi unutulup gitti.Ama Edison ,Mimar Sinan,Aşık Veysel,Itri,Yunus Emre,Newton unutulmayacaklar.

2009 yerel seçim kampanyalarında yaşananlar,işiyle gücüyle uğraşan insanlara gına getirtti.Bağrışmalar,çağrışmalar,hoparlörlerden çıkan gürültü kirliliği.Ne oluyor,ne yapılıyor.Savaş mı var.Bu işler daha sakin bir biçimde yapılamaz mı.Seçim yapmak için bağırmak zorundamıyız.Vatandaşı rahatsız eden bu hareketlerin üstelik,vatandaşın vergilerinden ayrılıp bazı partilere verilen paralarla yapılıyor olması garip değil mi.Yerel seçim çalışmaları bu kadar bağrışmayı gerektiriyor mu.
Tüm bunlar ülke ve toplum olarak bizim hala belli bir eğitim ve kültür düzeyine erişememiş olmamızdan kaynaklanıyor.

Oysa seçim çalışmalarında yapılması gereken davranış biçimi bellidir;Partiler adaylarını belirledikten sonra,bunu kitle iletişim araçları ile topluma ilan etmelidirler.Adaylar da gelmek istedikleri görevle ilgili projelerini,programlarını yine kitle iletişim araçları ile halka sunmalıdır.Toplum değerlendirmesini yapıp,seçim günü istediği partinin adayına oyunu verecektir.Bunun dışındaki davranış biçimleri horoz döğüşünü andırıyor.Ve ilkel görünüyor.Lider şakşakcılığından öteye gitmiyor.

Horoz dövüşüne benzeyen aday davranışları da medeni dünyada yaşamak isteyen,gelişmiş toplum özlemi içinde olan insanları ise çok üzüyor.
Siyaset adamından savcı ve yargıç olmaz.Zira siyasetciler taraftır.Her zaman kendi söylemleri doğrultusundaki insanların haklı olduğunu var sayarlar.Demokrasi ve hukuk ise siyasetcilerin üstündedir.Herkes hukukun üstünlüğüne inanmalı,onu korumalıdır.Zira hukuk her zaman herkese lazım olmuştur,olacaktır.

Ramazan Işık

23 Mart 2009 Pazartesi

KARALAMA DEFTERİ

.
Hayat, bir karalama defteri gibidir. Biz de geldik, biraz karalayıp gideceğiz.
Önemli olan; bu karalamaların neler olduğudur. Elimizdeki kalemin, neler yazdığıdır. Hayat denen bu macerada, neler yaptığın önemli.

Aynı kalemle, gül resmi çizmek te mümkün, idam fermanı yazmak ta. Size verilen kalemle, gül resmi çizebiliyor veya, "Bülbül Kasidesi"nin bestelerini yazabiliyorsanız, ne mutlu size. Ama, bir de insanları birbirine karşı kışkırtıp, birbirlerine düşüren şeyler yazıyor ve bunun sonucu olarak, insanlar birbirlerini kırıyorsa, vay halinize. Bu durumda yatacak yeriniz yok demektir. Zira kul hakkı affedilmezdir. O'nu ancak sahibin kendisi, yani hakkı yenen affederse , o yük üzerinizden kalkar.
Bu ağır yükü yüklenmek yerine, o kalemle yüreklere su serpen şeyler yazılsa, daha güzel olmazmı. Tersini yapanlar ne kazandı.

Elinizde hayat denen bir defter var. Bu defterin büyüklüğünü siz tayin edemiyorsunuz. İçine yazdıklarınızla, birazcık kalitesini artırabilirsiniz. O da sizin yeteneklerinize kalmış. Renkli kalemlerle, güzel çiçek resimleri mi yaparsınız, yoksa karakalem çalışmasıyla gece resimlerini mi tercih ederdiniz...

Doğrusu ben, doğanın binbir rengini gösteren, çiçek resimleri yapmayı tercih ederdim.

Ramazan Işık
.

22 Mart 2009 Pazar

SIĞINTI

foto:serhat seyhan


...Çocuk dokuz yaşlarındaydı. Etrafında konuşulanlardan, kendisi ile ilgili bazı kararlar alınmakta olduğunu anlıyordu. Ama, olanları tam olarak kavramakta güçlük çekiyordu. "İl merkezine göçmek", "oğlanı burada bırakmak", "kimin yanına bırakmalı ", filan gibi konuşmalar geçiyordu. Bu konuşmaların geçtiği yer, on onbeş haneli köyün bir eviydi.

...Konuşanlar, babaanne ve amcaydı. Kendi aralarında, bazan sertliğe varan , kırıcı konuşuyorlardı. Birbirlerine bağırdıkları oluyordu. Çocuk birşeylerin ters gittiğini farketti. Olaylar, bir süre önce, dedesinin ölmesiyle başlamıştı. Babasını erken zamanda kaybettikten sonra, O'na dedesi ve babaannesi bakıyorlardı. Şimdi de dedesi ölmüştü işte. Ne olacaktı. Bu olanları kavrayacak yaşa da gelmişti artık. Babası olmadan bir hayat sürmenin zorluğu, asıl şimdi başlıyordu. Çevresindeki tartışmalar, bunu gösteriyordu. Amca, il merkezinde oturuyordu. Babasının ölümünü duymuş, köye gelmişti. Babaannesi ile konuşmalarında, bazan ses tonunu yükseltiyor, "ben ne yapacağım şimdi, bu çocuk ne olacak", gibi konuşmalar oluyordu. Bir ara, "yetiştirme yurdu", lafları geçti. Çocuk, bunu kimin konuştuğunu tam anlayamadı ama, başından kaynar suların döküldüğünü hissetti. "Gerçekten, yetiştirme yurduna verirler mi beni", diye geçirdi içinden. Dördüncü sınıftan, beşinci sınıfa geçmişti. Okulda ve bazı kitaplarda, "yetiştirme yurdu", diye bir yer olduğunu duymuştu. Her köylüde olmamasına rağmen, evlerinde radyo da vardı. Radyodan dinlediği hikayelerde de geçiyordu bu yurt konusu. Ama doğrusu, çok da güzel şeyler anlatılmıyordu, yetiştirme yurtları hakkında. Çok zorunlu olmadıkca, buralara çocukların bırakılmasının doğru olmadığı konuşuluyordu, bu yazılarda ve radyo programlarında.

...Aman Allahım; "şimdi ben yurda mı gideceğim", diye kendisine defalarca sormadan edemedi. İlerleyen zaman içinde, herşey aydınlanmaya başladı. Aile büyüklerinin, yurt düşüncesinden vaz geçtikleri anlaşılıyordu. Şimdilik, yakın köyde bir tanıdıklarına bırakacaklardı kendisini. "Seyfettin Emmi'nin evinde kalsın bu sene", dediler. Seyfettin Emmi, akrabaları filan değildi aslında. Ama, Dedesi Musa'nın çok yakın bir arkadaşı ve dostuydu. Üstelik O'nun yaşlarında da bir oğlu vardı. Adı Vahdettin di. "Bu sene beşinci sınıfı onların yanında okusun", dediler, "gelecek sene de Allah büyük,ona o zaman bakarız.

...Çocuk meraklı bakışlarla, kendisi hakkında alınan bu kararları dinliyor, bu konular hakkında tek kelime söylemiyordu. Zaten söyleyecek hali de yoktu. O'na kim ne soruyordu ki. Amcası Babaanneye; oğlanı Seyfettin emmilere bıraktıktan sonra, senin eşyaları da bir iki gün içinde il merkezine götürürüz dedi.

...Hazırlıklar başladı. Çocuğun eşyaları bir bohçaya hazırlandı. Çanta, valiz ne gezsindi o yıllarda. Köyden bir ahbap çağırıldı. Bu oğlanı Melikgazi'de Seyfettin emmilere götür dediler. Çocuğu götürmek üzere çağırdıkları Hürmüz emmi, akraba olurdu onlara. Adam eşeğini hazırladı. Bir de yatak sardılar eşeğe. Yanında oğlanla beraber, yola çıktılar. Önce Dermesür Deresi'ne indiler. İki köy arası, çam ormanlarından oluşan koruluktu. Derenin içinde de bir kaynak su çıkıyordu. Bir iki yıl önce köyden birisi , "bu kaynak suyunu baban çıkarttı, buranın adı Hasret'in Pınarı" demişti . O kaynaktan su içtiler. Göremediği babasını, özlemle düşledi. İki buçuk, üç saatlik bir yolculuktan sonra, Melikgazi'ye vardılar. Seyfettin Emmi karşıladı onları. Hemen eşeğin yükünü boşalttılar. Seyfettin Emmi ne kadar güler yüzlü, sevimli bir adamdı . Hemen gelip çocuğun başını okşadı, sevdi. "Vah yavru", dedi. Çocuk bir ohh çekti. "Ne güzel adam", dedi içinden. İçerden bir oğlan çocuğunun başı göründü. Yanlarına koşarak geldi . Seyfettin Emmi, oğlu Vahdettin'e gelen çocuğu tanıştırdı. Hemen kaynaştılar. Zaten ailecek sıcak kanlı oldukları anlaşılıyordu, bu insanların.

...Bu ailenin yanında yaşam farklıydı. Başkasının yanında SIĞINTI olarak yaşamak acı birşeydi ama, bu insanlar da çok iyi insanlardı. Ailenin tüm fertlerinin güler yüzleri, özellikle de Seyfettin Emminin babacan tavırları çok hoştu. Bu çocuğa yabancılık hissettirmemek için, ellerinden geleni yapıyorlardı. Vahdettin de, kardeş gibi davranıyordu. Seyfettin Emmi'nin bir de küçük kız torunu vardı. Bu küçük kız da zaman zaman gelip dedesinin evinde kalıyordu. Bu evde kendisini sığıntı olarak hisseden çocuk yatacak yer olarak, günlük oturma odasının sedirini kullanıyordu. Sabahları onun için erken kalkmak zorunda kalıyordu. Evde ilk kalkan kişi hangi saatte kalkmışsa O da o erken saatte kalkmalıydı. Doğrusu, senin erken kalkman gerek diyen olmamıştı ama , O, kendiliğinden böyle bir sorumluluk duymuştu. Birgün sabah, daha yataklarından kalkmadıkları bir sırada evin torunu olan kız çocuğu , babaannesine, "babaanne, şimdi ben bu misafirimize ne diyeceğim", dedi. Babaanne tabii ki, "ağabey diyeceksin yavrum", dedi. Çocuk yatağından kalkmak üzereydi, ama konuşulanları duyuyordu. İçinden öylesine bir sevgi seli geçti ki, kalkıp teyzeye sarılıp sarılıp öpmek istedi, anne niyetine. .Ama bu duyguyu böylesine hiçbir zaman ifade edemedi.

...Çocuk bir sıkıntısından da çok korkuyordu. Aklı erdiği yıllara kadar geceleri bazan altını ıslattığı olmuştu. Gerçi bu yakın yıllarda böyle birşey olmamıştı ama, hadi bir gece böyle birşey olursa, ne yapardı. Bu yabancı evde, elin üstünde, bir de üstüne üstlük böyle bir altını ıslatma olayından sonra bu ailenin yanında kalamazdı. Aman Allahım, bunu düşünükçe göğsü daralıyordu. Günler günleri kovaladı. Her akşam yatağa girdiğinde, bu ıslatma işi aklına geliyor, korkusundan uyumak istemiyordu. Ama korktuğu başına gelmedi Allahtan . Bir süre sonra da üstündeki bu korkuyu tamamen attı.

...Okullar açıldı. Köyün okulu, beş sınıfın bir arada eğitim gördüğü, birleştirilmiş sınıflı bir okuldu. Vahdettin de kendisi gibi beşinci sınıfa gidiyordu. Öğretmen de aynı köydendi. Okul neşeli başladı. Çocuk, okulun da verdiği güvenle, hayatındaki bu değişikliği kabullenmeye başladı. Aileden biri olmuştu artık. Evin de ufak tefek işlerine yardım ediyor, beraberce yaşıyordu bu aile ile.

...Okulunu çok seviyordu. Zaten çok küçük yaşlardan ihtibaren tuhaf bir şekilde kafasının bir köşesinde, "öğretmen olmak" fikri yerleşmişti. Bu fikir nereden O'nun kafasına girdi, doğrusu onu da pek bilmiyordu. Olsa olsa, Musa Dedesi ile beraber, kitap okurken, O'nun tarafından kafasına sokulmuş olabilirdi. Ayrıca, öğretmenlerini dikkatli dinleyen bir öğrenciydi. Onların öğütleri kafasına girmişti galiba.
O yıl çabuk geçti. Beşinci sınıfın sonunda ilkokul bitirme sınavları vardı. O sınavlar da yapıldı. İlkokul diplomasını almaya hak kazandı. Artık bu ailenin yanında kalma süresi dolmuş gibi görünüyordu.

...Şehir merkezine göçmüş bulunan babaanne ve amca, kendi aralarında, gene gergin günlerinden birini yaşıyorlardı. Zaten ilişkilerinin çok sıcak olduğu söylenemezdi. Annesi, bu kışı yanlarında geçirmişti, ama, işte yaz gelmişti. Okulunu bitiren çocuk da buraya gelmek üzereydi. Şimdi ne olacaktı. Hep beraber yaşamaları çok zordu. Bu konuyu tartışıyorlardı, kendi aralarında. Boşa koyuyorlar dolmuyor, doluya koyuyorlar almıyordu. Evin gelini de hep beraber yaşama fikrine pek sıcak bakmıyordu. Nasıl olacaktı bu iş. Zaten kendi kendilerine yetemiyorlardı. Sonunda amca kestirip attı. "Ana", dedi, "valla, biz beraber yaşayamayız, bu işe başka bir çözüm bulmamız lazım". Köyde yapılan tartışmanın ve konuşmaların benzeri burada da yapıldı.Yetiştirme yurdundan söz edildi. Hadi çocuk yurda gitsin, anaları ne olacaktı. Babaanne çocuğun yetiştirme yurduna verilmesi fikrine şiddetle karşı çıktı, bağırıp çağırıp evden ayrıldı. Nereye gideceğini bilemeden yürüdü , yürüdü. Daha önceleri de canı sıkıldığı zaman gelip başında oturduğu toprak yığınları vardı, oraya gelip yığınlardan birine oturdu. Köyünden tarafa bakıp iç geçirdi. Gözleri doldu. On yıl önce, daha askerliğini bile yapmadan vefaat eden oğluna sitem etti. Oğlu öldükten sonra, yaktığı ağıdı yükses sesle çevredekilere aldırmadan tekrar etti.

Obruğun başına çıktım.
Döndümde ardıma baktım.
Sehel sıcak kalmorada.
Yaktın sürmeloğlum yaktın.

Faridi gönlüm faridi.
Kar eridi ot yörüdü.
Kalmorada sürmeloğlum.
Torun’un göçü yörüdü.

Karalı bayrak kaldırdım.
Ben buyurmeyledim sizi.
Salman gadanız alayım.
Duran götürüyor gızı.

Gadanı alıyım Elif.
Ekinler yarıyor gılıf.
Benim bir oğlum varıdı.
Dişinin dibinde tilif.

Adana’dan söktü bekar.
Ört düştüğü yeri yakar.
Ne yatıyon aslan oğlum.
Yiğit yaylasına çıkar.

Bu zaman adammı ölür.
Din ayrı gavur ağladı.
Emmin dayın yokmuyudu.
Adanalı sal bağladı.

..."Ah dedi, oğlum ah. Neden bizi böyle bırakıp gittin. Sen olsan biz böylemi olurduk, bizi bırakırmıydın hiç, böyle çaresiz. "

...Gözyaşlarını silip, "güçlü olmalıyım", diye geçirdi içinden. "Bu yetimi büyütmem lazım." Ben zayıf olursam, bu çocuk ne yapacak." Bu düşüncelerle etrafına bakınırken, gözüne, tarlanın ucundaki tuğla yapı ilişti. Yapıyı dikkatle inceledi. Yapının yanına gitti. Bir tek odadan oluşan kulübe gibi bir yapıydı. "Bu yapı kimin acaba dedi". Çevreden sordu, soruşturdu. Bu tarlanın, yakın zamanlara kadar tuğla ocağı olarak kullanıldığını, bu kulübenin de, o tuğla ocağının bekçi kulübesi olduğunu, şehrin buralara kadar gelmesiyle, buranın da kullanılamaz hale geldiğini öğrendi. Sahibi ise yaşlı bir kadındı. "Acaba, torunumla benim oturmam için bu kulübeyi bana verirmi", diye düşündü. Kadının ev adresini öğrendi. Aydınlıkevler Mahallesinde bir evde oturuyordu. Bu kulübenin sahibi, hali vakti yerinde bir kadındı . Gidip kadını buldu. "Bir torunu olduğunu, O'nunla bu kulübede oturmak istediğini", söyledi. Kadın baktı, "tamam dedi, kırıp dökmeden oturun, ayda da on lira isterim, kira olarak". "Tamam ", dedi, kadıncağız çaresiz. Torunu köyden gelmeden, bu işi halletmeliydi ki , çocuk ortada kalmasın. Dönüşte, "neresi kırılacaksa , zaten her yanı dökülüyor kulübenin", diye düşünmeden de edemedi.

...Oğlunun evine geri döndü. Vakit akşam olmuştu. Oğlu işten yeni gelmiş, gelini ile yüksek perdeden konuşuyorlardı. Belli ki , yine aynı konu tartışılıyordu. Konunun fazla uzamasını istemedi. "Ben", dedi, "ev buldum". Oğlunun daha fazla ezilmesini, gelinden yana sıkıntı yaşamasını istemediğinden, ev kiraladığını, lafı fazla uzatmadan söyledi. Oğlu ve gelini fazla tepki göstermediler. Zaten bekledikleri de böyle bir çözümdü. Akşam evde kendisine ait ne varsa hazırladı. Sabah tuttuğu eve götürüp koydu eşyaları. Eşya dediğin de zaten bir yatak, gençliğinde ıstarda dokuduğu iki kilim, bir sac soba, bir iki de aliminyum, bakır kap-kacak ve bir gaz lambası, hepsi bu.

...Seyfettin Emmi , yanında bir yıl misafir ettiği can dostu Musa'nın torununu, köyden asfalta kadar getirip, şehir otobüsüne bindirdi. Çocuk, şehre vardığında ilk sorusu, "hükümet konağı nerede, vali bu ili nereden yönetiyor", oldu. Babaannesi ile buluştuğunda dünyalar onundu artık. Hele, kulübelerine vardıklarında, sanki saraya varmış gibi hissetti kendini.

..Ertesi gün, babaannesi ile gidip sönmemiş kireç aldılar. Onu söndürüp süzdüler. Beraberce evlerini badana ettiler. Kapısı sağlam değildi. Aralarından dışarısı görünüyordu. İçeriye rüzgar ve toz giriyordu. Kış olsa kar bile girerdi. Eski çul va çaputlardan bu kapının aralıklarını kapattılar. Yeni mekanları bundan sonra onlara yurt olacaktı.

...Okullar açılır, bir de ortaokula yazılırsa, bundan güzel keyif mi olurdu. Bu arada, babaannesi ona iş te bulmuştu. Küçük bir lokantanın bulaşıklarını yıkayacaktı. Fazla gecikmeden işe başladı. Haftanın yedi günü, sabah yedide işe gidiyor, gece saat onbirde işten ayrılıyordu. Okulların açılmasını dört gözle bekledi. Zira bundan sonraki yaşamında, okulların açılması demek, tatil demekti. Hafta sonu tatili demekti.

...Hayat yerli yerine oturuyordu. Bundan sonrası, geleceğe bakmak ve onu kurgulamaktan ibaretti. Çocuk da bu kurgulamayı çoktan yapmıştı. Biliyordu ki, hayatta çalışan kazanır. Birşeyleri ideal edinenler, mutlaka onu başarırlar.

...Hayat her zaman çelişkilerle doludur.Önemli olan, biz bu çelişkileri görebiliyormuyuz.



...Ramazan Işık
...

.

ŞELEK -

Fatma(Hapba)Işık





Köyün gençleri büyük bir gürültü ile Hapba Bibinin evinin önüne geldiler. Dışardan bağırıyorlardı, "Hapba Bibiii, Hapba Bibiiii". Kadıncağız evin içinde korkuyla irkildi . Elindeki örgü şişini ve yumağı fırlattığı gibi dışarıya koştu.
Burası küçük bir köydü. Aslında köy de değil, bir mezra sayılırdı. O yıllarda, topu topu onbeş, onaltı hanelik bir yerleşim yeriydi. Köyde de, olsa olsa sekiz on kadar genç vardı. Daha, gençlerin iş aramak ve yerleşmek için başka illere gitmeye başlamadığı yıllardı.
Köyün tüm gençlerinin bu kadar heyecan ve gürültüyle kapıya dayanması, yaşı elliyi geçmiş kadında çok garip duygulara yol açtı. İlk önce aklına torunu geldi. Babası O doğduktan yirmibeş gün sonra ölmüş, kendisinin büyütmekte olduğu biricik torunu. O'nun başına birşey mi gelmişti acaba. Korkudan yüreği duracak gibi oldu. Babası öldükten sonra gözü gibi sakınarak büyüttüğü torunu dört yaşına yaklaşmıştı. Oğlunun çok erken yaşta vefaatından sonra torununa da birşey olursa, buna dayanamazdı. Çöktü kaldı. Dışarıya çıkacak mecal bulamıyordu kendinde. Ama meraktan da çatlıyordu.

Kocası da belli yaşı geçmişti artık. Sabah hazırlığını yapıp, çift sürmeye gitmişti. Yoksa O'na mı birşey olmuştu. Evinin direği, tek dayanağı olan Musa'ya da birşey olması da, onun için dayanılmazdı. Bu dağ başındaki köyde, birbirlerine ve torununa tutunarak yaşıyorlardı. Doğrusu buna da dayanamazdı. Şaşırdı. Bir an önce de öğrenmek istiyordu durumu.

Birazdan kendine gelmeye başladığında, birşey de dikkatinden kaçmadı. Gençlerden gelen gürültü, öyle üzüntülü seslere benzemiyordu. Bu sesler, eğlence ve sevinç çığlıklarına benzeyen bağırışmalardı sanki. Azıcık ümitlendi. Yavaş yavaş yerinden doğruldu, kapıya yöneldi. Kapıyı bir çırpıda açtı. Zaten güçlü kuvvetli, yapılı, tam bir Osmanlı Kadını'ydı. Boyunun uzun olmasından dolayı O'na Uzun Hapba derlerdi. Karşısındaki gençlere merakla baktı, durumu kavramaya çalıştı. Ama gördüğü manzara, hiç kara haber vereceklermiş gibi bir manzara değildi. Tekrar ümitlendi. Sert ve meraklı sordu. "Nooolduuuuuuu???? "



"Hapba Bibi , Hapba Bibi, koş!!!", dediler.
"Nereye? Ne oldu", diye feryat etti kadın.
Gençler; "gel de karşıya bak", dediler, hep birlikte.
"Ne oluyor", dedi kadıncağız. Evden çıkıp, evin yan tarafına geçti. Gençlerin dediği yöne doğru baktı, baktı, bakakaldı. Ne diyeceğini şaşırdı.

Karşı taraftan, yamaçtan, torunu eve doğru geliyordu. Gençler, dört yaşına yaklaşan torununun sırtına , çalı çırpıdan oluşan bir yük bağlamışlar, eve doğru göndermişlerdi. Köy yerinde, dağdan odun toplanarak sırta bağlanmasına, ŞELEK denirdi. Torununa da şelek yapılmıştı. Görünen buydu. Torunu eve kışlık odun getiriyordu.

Gülümsedi. Çok hoşuna gitti. Bir ooooh çekti. İçinden tanrıya dua etti. Ne kadar güzel bir manzaraydı. Zaten yıllardır bu günleri bekliyordu. Torununun büyüdüğünü görmek en büyük hayaliydi.

Gençler sabırsızlanmaya başladılar. "Hapba bibi, hadi işte, torun şelekle geliyor, sen de görevini yap artık". Kadıncağız gençlerin ne demek istediklerini anladı. Zaten buna benzer birkaç olay daha yaşamıştı önceleri. Zira torununun her önemli olayında, O'na bir kurban kesme dilekleri vardı. Torunu ilk konuştuğunda, sünnet olduğunda kurbanlar kesilmişti. Bundan sonra da böyle durumlarda, bu kurban kesme adetinin devam edeceği anlaşılıyordu.

Gençler de onun bir zamanlar ; "torunum, eğer sırtında şelekle eve gelirse, kurban keseceğim", dediğini biliyorlardı. İşte bugün bu mizanseni, bunun için hazırlamışlar, Hapba Bibi'den kurbanlık istiyorlardı. "Sevgili gençler tamam, dedi Hapba Bibi, sizi anladım". Köyünün deyimiyle, "yolunan yoldayım" , dedi.


Köy yerinde her ailenin olduğu gibi onların da geçimlerini sağlamak, etinden, sütünden, kılından faydalanmak için yirmi kadar keçiden oluşan davarları vardı. Keçi ağılına gitti. Ordan uygun bir kısır keçi seçti. Gençlere verdi. "Alın, helal olsun, götürüp kesin, afiyetle yeyin, bu günleri gördüm ya, o bana yeter", dedi.

Musa Emmi akşam eve geldiğinde duydukları çok hoşuna gitti. Oğlunu kaybettikten sonra yaşadığı, geçmiş ağır sıkıntılarının çoğunun omuzlarından indiğini hissetti.

Hanım şu kahvemi yap da keyifle içeyim dedi. El değirmeninde çekilmiş, cıngırdaklı kahve tavasında kavrulmuş, bakır cezvede, köpüklü olarak pişirilmiş orta şekerli kahvesini yudumlarken, günün tüm yorgunluğunu attığını hissetti.


Ramazan Işık

21 Mart 2009 Cumartesi

AV

İnsanoğlu ilk çağlarda hayatını sürdürebilmek için av yapmayı öğrendi.O çağların şartlarında avlanmak kaçınılmaz birşeydi.İnsanın yaşamını sürdürmesinin yollarından en önemlisiydi.Zaman içinde hayvanları evcilleştirdi.Onları yetiştirdi.Tarım yapmayı öğrendi ve ticareti geliştirdi.Av yaparak beslenmek yerine,çok daha gelişmiş üretim araçları ile ürettiği ürünleri tüketmeye başladı.
İşin ilginç olan tarafı,ilk çağların zorunlu beslenme davranışı olan av yapma işleminin,günümüzde hala yapılıyor olması.Oysa gelişen bu çağda artık av yapmak,ilkel bir davranış olarak algılanmalıdır.İnsanın beslenmek için av yapmaya ihtiyacı var mı?Avcılar,bu işi "spor olarak" yaptıklarını söylerler.Spor yapılacak alanmı tükendi?Spor çeşitleri o kadar fazla ki,bunların yanında av spor sayılmaz.İlla av yapmak istiyorlarsa avcılığı,ilk çağların silahları olan ok-yay,bıçak,taştan yapılma silahlar gibi hayvanlarla eşit koşullardaki silahlarla yapmalıdırlar.Doğada doğal koşullarda onlarla boğuşmalılar.Yoksa bugünkü hali ile yapılan avcılık bir beceri değidir.Senin elinde günümüzün en gelişmiş silahı olacak,karşında da daracık alanlara sıkışmış çaresiz,kaçacak yeri olmayan hayvanlar.Bu insafa sığar mı?Vicdanlar bunu nasıl kaldırıyor.
Gençlik yıllarımda yaşadığım yörede tavşan avına giden bir gurup insanla korulukta ava gitmiştik.Gece karanlığında traktörün ışığından gözleri kamaşan tavşanın arka ayakları üstüne kalkarak imdat dilemesi,adeta yalvarması,ama buna rağmen avcıların onu vurmasını hiç unutamam.Bu bir vahşetti bana göre.O günden sonra avcılardan hep uzak durmuşumdur.

Av yapmanın ilkel bir davranış olduğu tüm insanlara anlatılmalıdır.Avcılığın zararları okullarda ders konusu olmalıdır.Çocuklarımıza,doğal hayatın yaşaması gerektiği öğretilmelidir.Bilindiği gibi hayvan sevgisi ile yetişen çocuklar insanı da severler.Can yakamazlar.

Günümüzde silahlar çok gelişmiştir.O kadar gelişmiştir ki tetiğe bir bastığınızda yüzlerce mermi fırlatıyorsunuz.Bu durum av silahları için de geçerli.Silahların gelişmesine paralel olarak ulaşım araçları da o derecede gelişmiştir ve hızlanmıştır.Doğada yaşayan canlılar bu araçlardan ve silahlardan kaçacak yer bulamaz durumdadırlar.Onların saklanacağı bir yer kalmamıştır.Çaresiz insanın insafına terkedilmiş durumdadırlar.Oysa insan akıllı bir varlıktır.Kendi insafında bulunan bu canlıları korumak zorundadır.Onları korumadığı zaman kendi geleceğini de koruyamıyacağını bilmelidir.

Günümüz silahlarıyla yapılan av,spor olmaktan çıkarılmalıdır.Zira doğal yaşamla bu silahlar arasında orantısız bir güç vardır.

İlla doğal hayat içinde yaşayan canlılarla ilgilenilmek isteniyorsa,bunların fotoğrafları çekilebilir.Yaşama biçimleri belgelenip,bu hayatı yakından görme imkanı olamayan insanlara çeşitli biçimlerde sunulabilir.Bu biçimler fotoğraf,film,resim,heykel,ses kayıtlar,yakın plan çekimler gibi belgeseller olabilir.Böylece ava meraklı insanlar da bu egolarını tatmin etmiş olurlar.Cana kıyarak yapılan iş spor olur mu?

Ramazan Işık

20 Mart 2009 Cuma

ACI HAYATLAR -


Otomobilde dört kişiydiler.Arabayı baba kullanıyordu.Eşi şoför koltuğunun yanında önde oturuyor,iki çocuk arka koltuktaydı.Asfalt ip gibi uzanıyordu.Yol ilçeye, ovadan geçerek varıyordu.Bir tarafta deniz,diğer tarafta taşlık arazi ve deniz kenarında uzanan düzlük ova.Ovayı bir uçtan öbür uca kat eden asfalt yol.İlçedeki işleri tamamlayıp, aylık alışverişlerini yaptıktan sonra evlerine dönüyorlardı.Yol sakin,araç sayısı azdı.Ara sıra çocuklarla şakalaşarak güzel bir yolculuk yapıyorlardı.Uzun süren yolculuk insanda garip bir duygu oluşturuyordu.

Adamın gözü birden sol tarafta, ovanın bitiminden yukarı doğru yükselen taşlık araziye takıldı.Bu araziyi iyi tanıyordu.Bu arazi yirmi yıl kadar önce, işe yaramaz ,taşlık bir bölgeydi.Şimdi ise insanlar tarafından parça parça işlenmeye başlanmıştı.Taşlık olan bu bölgede yok denecek kadar az toprak vardı.Ama bu az toprağa inat bir o kadar verimli bir bölgeydi.Bir kısmını kendisinin de tanıdığı insanlar ,dişinden tırnağından artırdıkları bir miktar para ile bu bölgeden iki üç dönümlük araziler alıp,bu arazilerin üstündeki taşları balyozlarla kırdılar.Yerine göre kaçak göçek temin ettikleri dinamitlerle büyük kaya parçalarını patlattılar.Bu kayaları arazinin alt kısmına taşıyıp duvar yaptılar.Arazi engebeli olduğu için bu duvarlar arazinin üst kısmının yüksekliğine kadar çıkartıldı.Yaylada bulunan köylerinden kendi köylülerinin kamyonları ile bu duvarın içine toprak taşıyıp doldurdular.Araziyi taraça haline getirdiler.Getirdikleri toprak kırmızı humuslu,çok verimli bir topraktı.Bu taraçaların üzerine ahşaptan seralar çaktılar.Sulama kanallarından bu arazilere kadar boru temin edip,sulama işlemine hazırlık yaptılar.Bu işler onların bütçelerine göre o kadar ağırdı ki inanılmaz.Bu konuda bir kuruşluk devlet desteği de görmediler.Zaten bunu düşünmediler.Düşünseler de veren yoktu ya,o da başka.Bu işler yapılırken kendi evleri olmadığı için,ev olarak bu arazinin bir köşesine yaptıkları seraya benzer, ahşap çıtaların üzerine geçirdikleri sera naylonundan yapma, adına ÇATMA dedikleri evlerinde oturdular.Çocukları okula bu çatmalardan gidip geldi.İçinde yaktıkları soba burayı ne kadar ısıtabilirdi ki.Bütün aile,yıllar boyunca bu tek göz sera benzeri çatmada yaşayıp,çalışarak kendilerine bir yurt kurmaya,ekmek kapısı oluşturmaya çalıştılar.Bunu başardılar da.Ama bu iş yıllar sürdü.Bu çalışmayı yapanlar,taşla uğraşırken çok yıprandılar.Erken yaşlarda kendi deyimleri ile"kocacık" oldular.Kırklı yaşlardaki insanlar seksenlik dedelerden farksız görünüyorlardı.
Adam arabanın direksiyonunda,tüm bunları düşündü.Geçen hafta kaybettiği arkadaşı Kazım kendisi gibi daha kırk yaşında bile yoktu.Ama bu taşlarla uğraşırken bitip tükenmişti işte.Belirli bir hastalığı olmamasına rağmen geçip gitti.Allahım hayat böylesine çelişkili ve zordu.Bu insanlar onlarca yılda,hayatlarını ortaya koyarak böyle bir düzen oluştururken,bazıları da bunların tüm kazancını,ceviz masalı,kadife kaplı koltuklarında,birkaç telefon görüşmesi ile kazanıyordu.Bu ne yaman bir çelişkiydi.Akıl alır gibi değildi.Şimdi de tüm bu çabanın sonunda serada ürettikleri,yine bazı insanlarca yok pahasına ellerinden alınıyordu.Bu seralarda bir yılını vererek ürettikleri ürünlerden elde ettikleri gelirin birkaç katını bazı insanlar masa başında bir iki telefon görüşmesi ile kazanıyordu.

Arka koltuktan büyük oğul babaaaaaaaaa diye öyle bir çığlık attı ki yer yerinden oynadı.Adam dondu kaldı.Kendisi bu ACI HAYATLAR üzerine düşünceye dalınca farkında olmadan sol şeride geçmişti.Karşısında siyah bir mercedes araba olanca hızıyla üzerlerine doğru geliyordu.Kurtuluş imkansızdı.Zira kendisi de hızının farkında değildi.Mercedes te yolu kaplamış kaçacak yer yok.

Genç yaşta ehliyet almış,eşiyle kafa kafaya verip kısa zamanda ikinci el bir araba sahibi olmuştu.Yıllardır araba kullanmaktaydı.Hayatı zor kazanmıştı,acı hayatlarını düşündüğü insanlar gibi.Hayat zor kazanılınca insanın kendisine olan güveni de büyük oluyor.Bu güven ve refleksinin kuvvetli oluşu sayesinde çok hızlı bir şekilde gazdan ayağını çektiği gibi direksiyonu sağa kırdı.İki araç birbirine o kadar yakın geçti ki,mercedesle arasındaki mesafeyi kumpaslar bile ölçemezdi belki.Mucize gibi bir kurtuluş gerçekleşti.Ailecek yok olmalarına ramak kalmıştı.Anlık bir refleksle kafa kafaya çarpışmayı önlemişti.Arabayı sağa çekip durdular.Yaşadıklarına inanamıyorlardı.Kimsenin konuşacak mecali kalmamıştı.Sinirler boşalmış,dizlerinin bağı çözülmüştü.O zaman onbeş yaşlarındaki büyük oğul,baba ne yaptın diye feryat etti.Adam birşey söyleyecek durumda değildi.

Oğlum nasıl anlatayım ki dedi.Şurda bir çay içelim sonra anlatırım.Elbette bunları onların anlamasına daha zaman vardı.Duyguların karmaşası içinde çaylarını yudumlayıp,evlerinin yolunu tuttular.

Hayat her zaman çelişkilerle doludur.Önemli olan biz bu çelişkileri görebiliyormuyuz.
Ramazan Işık




NEFRET -

Nefret,
Hiç sevmediğim kelime.
Ama nefret ediyorum işte.
İki şeyden;
Silah ve sigara.
İkisinede
Hiç dokunmadım.
Keşke tüm insanlar dokunmasa.

Ramazan IŞIK

BİZİM ELLERDE ÖRNEK BİR ÇALIŞMA -

Bizim köyler neden bu kadar ağaçsız,ve verimsiz.yıllardır gurbet ellerde görev yaparken hep bunu düşünmüşümdür.Çocukluğumdan itibaren bir tek meyve ağacı bile bulunmayan bir köyde yetişip büyümek beni çok üzmüştür.Bizim köylerde neden bir meyve ağacı yoktur.Bir sebze yetiştirilmez.Bu kadar mı eksiğiz.
Ben yemliği çok severim.Her fırsatta bulmak isterim.Ama bu mümkün olmuyor.Beş on yılda bir tesadüf eseri ancak bulup yiyebiliyorum.
Köyümden çocukluğumda ayrıldıktan yıllar sonra Pınarbaşı’na yaptığım bir ziyarette dayımın hanımı ile yemlik toplamak istedik.Nerede bulabileceğimizi sordum.O da bana Pınarbaşı da bulunan Kuran Kursunun bahçesinde yemlik var.Oradan toplayalım dedi.Kurs binasının çevresinde bulunan bahçeye vardığımızda gözlerime inanamadım.Pınarbaşı gibi rakımı çok yüksek bir yerde sera vardı.Sera da mevsiminde dikilmek üzere domates,biber sitilleri yetiştiriliyordu.Bahçede kirazlar çok güzel yetişmişlerdi.Şeftaliler kocaman kocaman olmuşlar dalları meyveleri taşıyamıyordu.O zaman anladım ki çalışılsa buralarda çok güzel meyveler yetişecek.Çocukluğumda Kör Omar oğlu Musa dedemin bana söylediği sözler kulağımda çınladı.Dedem tarlalarımızdaki yabani armutlara bakıp, oğlum,bu armutlara aşı vuruluyormuş.Meyveleri daha büyük oluyormuş.İmkan olsa da biz de yaptırsak derdi.Dedem bunları söylediğinde o altmış yaşlarında yaşlı bir adam,ben ise sekiz dokuz yaşlarında bir çocuktum.Dedem de ben de hayatı çok zor yaşadık.
Köyümüz,köylümüz yeterince aydınlatılsa,sulama suyu getirilse,ağaç dikme ve yetiştirme konusunda eğitilse,biz o sıkıntıları çekmezdik.O insanlar da hayatı o kadar zor yaşamazlardı.
Burada yöre insanlarına bir sitemde bulunmak istiyorum.Yemliklerimizi topladıktan sonra kurs hocası ile biraz sohbet ettik.Kendisinin yıllardır burada ağaç dikme ve yöreye uygun tarım konusunda bu örnek çalışmaları yaptığını,amacının Pınarbaşı ve köylerinde yaşayan insanların bu işi öğrenmesi olduğunu söyledi.İbadetin sadece namaz ,oruç,hac olmadığını anlattığını,insanı yaşatmak için öncelikle bu bilgileri öğrenmek gerektiğini anlattığını ama ne yazık ki kimse gelip bu konularda benden bilgi almıyor dedi.Ben de kendisine hak verdim.
Biraz gözümüzü açıp dünyaya bakarsak bizim köylerde de yapılacak çok şeyler olduğunu görürüz.
23.06.2008
Ramazan Işık
Emekli öğretmen
Mersin

GELECEĞE DÖNÜK YÜZÜMÜZ VE İKİ KÖK -

Karşımızda bir ayna olduğunu var sayalım. Aynada geleceğimize bakıyoruz.Geleceğimiz bize doğru bakıyor.Gelecek çocuklarımızdır.Geleceğimiz ,yani çocuklarımız, hem bizi hem geçmişimizi gözlüyor.
Biz geçmişimizden çok, geleceğimize bakmalıyız.Zaten geleceğe baktığımızda geçmişimizi de görürüz.Nasıl çocuklarımız bize baktıklarında geçmişi görüyorlarsa.
Geleceğe doğru yeşerecek ağacı iki kök besler.Biri sevgi biri kitap.
Sevgi insan hayatının temelidir.Onsuz yaşanmaz.Yaşansa da buna hayat denmez.Yaşamı şekillendiren sevgidir.Hayvanlar,çiçekler bile sevgi ile daha canlı ve daha sağlıklı olur.Sevgi katılmadan bir çiçeği yetiştirip geliştiremezsiniz.Kaldı ki çocuklarımızı.Onları sevgi ile beslemeliyiz.Anne , babalar ve özellikle öğretmenlere çok özel görevler verilmiştir.Bu görevi veren vicdanlardır.Sevgiyi bilmeyen öğretmenlik yapmamalıdır.Sevgi ile besleyemeyeceği bir çocuğu anne ve babalar ,dünyaya getirmemelidir.
Kitap biriktirmektir,bilgi biriktirmek.Var oluşumuzdan bu güne oluşturduklarımızı kitaplarda biriktiririz.İlkme yoğurdu gibi.İlkme yoğurdu nedir bilirmisiniz.Bizim oralarda aileler tarhana yapmak için çok miktarda yoğurda ihtiyaç duyarlar.Doğal olarak bu kadar yoğurdu kısa zamanda elde edemezler.Aynı zamanda ,tarhana için lazım olan bu yoğurdun suyunun sızdırılmış,ekşi suyunun atılmış olması lazımdır.Bunun en güzel yolu tulum şeklinde yüzülmüş koyun ya da keçi derisinde toplayıp günlerce üretilen yoğurtları biriktirmektir.Buna ilkme yoğurdu denir.Derinin dış tarafındaki kıllar traş edilip temizlenmiştir.Ordan yoğurdun suyu dışarı sızar ve atılır.Sızan bu ekşi su kalıntısı zaman zaman bir kaşıkla sıyrılır. Kalan yoğurt saftır.Tarhana yapımında kullanılır.Tarhana köyde en ekonomik ,en sağlıklı ve vazgeçilemez bir yiyecektir.İşte kitap,ilkme yoğurdu gibi zaman içinde azar azar elde ettiğimiz bilgileri,yeni düşünceleri biriktiren bir araçtır.Gelişme kitaba bağlıdır.Kitaptan uzak kalan milletler geri kalmışlardır. Çocuklarımız mutlaka kitap okumalıdır.Her türlü kitabı okuyabilmelidirler.İçinde yazılanlara katılmak zorunda değillerdir.Fikirleri kendisi yorumlamalı mantık süzgecinden geçirdikten sonra istediği sonuca ulaşmayı öğrenmelidir.Çocukları kitapsız bırakmamalıyız.Onların düşüncelerini en rahat bir şekilde açıklamalarına imkan sağlamalı,geleceğin yazarı,fikir adamı olmalarının yolunu açmalıyız.
Gençlere öğüt vermek yerine örnek olmalıyız.Onlara sadece tavsiyelerde bulunmak yerine önlerinde yapmaları gerekenlerden örnekler sergilemeliyiz.Öğretmenini,anne ve babasını okurken gören genç kendisi de okuyacaktır.Büyükleri, önünde düşüncelerini serbestçe yazarken gören bir genç kendisi de yazacaktır.
Sonuç olarak çocuklar ve gençler de çok okuyup onlar da kitap yazmalıdır.

Ramazan IŞIK

[R1]Meb yayım gönderildi

HASRET'İN AĞIDI -

Obruğun başına çıktım
Döndümde ardıma baktım.
Sehel sıcak kalmorada
Yaktın sürmeloğlum yaktın.

Faridi gönlüm faridi
Kar eridi ot yürüdü
Kalmorada sürmeloğlum
Torun'un göçü yürüdü.

Karalı bayrak kaldırdım
Ben buyurmeyledim sizi
Salman gadanız alayım
Duran götürüyor kızı

Gadanı alıyım elif
Ekinler yarıyor kılıf
Benim bir oğlum varıdı
Dişinin dibinde tilif.

Adana'dan söktü bekar
Ört düştüğü yeri yakar.
Ne yatıyon aslan oğlum
Yiğit yaylasına çıkar.

Bu zaman adammı ölür
Din ayrı gavur ağladı
Emmin dayın yokmuyudu
Adanalı sal bağladı.

FATMA IŞIK

BONCUK




Boncuk bizim kızımız.Hayatı bir romana konu olacak kadar maceralı.Bir o kadar da dramatik.Onun yaşam öyküsüne başlamadan önce bizdeki kedi sevgisini biraz anlatmalıyım.
Çocukluğum kedilerle kardeş gibi yaşayarak geçti. Babaannem, ben ve bir de kedimiz. Hayatımızın rengi, neşesi idi onlar. Kedileri kucağıma almadan yatmak bir eksiklikti benim için. Halen de öyle ya. Yediklerimi illa onlarla paylaşmalıyım. Yoksa hayatın tadı mı olur.

Çok sayıda kedimiz oldu. Bazılarının isimlerini hatırlıyorum.
Bembeyaz bir kedimiz vardı. Küçücük bir şeydi. Yavru iken alıp büyütmüştük. Adını Pamuk koyduk. Pamuk öldüğünde evde yas vardı.
Arkasından Arap geldi. O da yavru olarak geldi evimize. Simsiyahtı. Ama kelimenin tam anlamı ile simsiyah. Sadece dişleri ve gözlerinin akı beyazdı. Öyle tüyleri vardı ki, çoğu koyunda o kadar uzun tüy göremezsiniz. Kucağımıza alınca yastık gibiydi. Uzun yıllar bizimle yaşadı. Toros Dağları'nın başındaki bir yaylaya gece konaklamalı ziyarete gitmiştik. Arap akşam tuvalet için dışarı çıkmıştı. Bekledik gelmedi. Sabah aileden biri aşağıdaki havuzun içinde kocaman bir kuzunun boğulmuş olduğunu söyledi. Koşup gittik. Maalesef bizim Arap havuzun içine düşmüş. Sulama amaçlı olarak yapılmış olan beton havuz derin olduğu için çıkamamış. Yardımına gelen olmayınca orada boğulmuş. Görenler uzun tüylerinden dolayı O’nu kuzu sanmışlar. Ailenin üzüntüsünü anlatmaya gerek yok tabii. Yas uzun sürdü. Ancak yeni bir kedi bu acıyı biraz hafifletebildi.

Sayısını hatırlayamayacağım kadar kedimiz olmuştur. Kedilerle beraber yaşamaktan her zaman mutlu olduk. Kedisiz bir hayat sanki eksik gibi gelir bana. Ailemin diğer üyeleri de benden ileri gitmişlerdir bu konuda.
Son olarak ailemizin bir üyesi olan BONCUK var hayatımızda. O'nun hayatı roman olacak kadar maceralı devam ediyor. Kısacık yaşamına ne acılar girdi zavallının. Haliyle bizi de o acılara ortak etti.
Boncuk İstanbul da yaşayan bir ailenin doğum yapmış kedisinin kızı olarak dünyaya geldi.Aile bu yavruya sahip aramak için internette ilan vermiş.Eskişehir de okumakta olan oğlum bu ilanı görünce bu kediye kendisinin bakabileceğini e maille aileye bildirip mesajlaşmışlar.Boncuk böylece yeni sahibine verilmek üzere yola çıkmış.Sahibi trenle İstanbul’dan Eskişehir’e Bocuk u getirmiş.Oğlumu tanıyıp O’nun bu yavruya bakabileceğine güvendikten sonra mamasını, kumunu, parfümünü, şampuanını ve diğer eşyalarını da teslim edip bırakmış. Asıl macera da o zaman başladı işte. Oğlumun ev arkadaşları bu yavruya O’nun evde olmadığı zamanlarda işkence sayılabilecek sıkıntılar yaşatmışlar. Poşetin içine koyup yuvarlamalar, sıkıştırmalar vs. Oğlum eve gelip kedideki sıkıntıyı anlayınca bu insanlarla olan ev arkadaşlığına son verdi. Boncuk’u alıp bize getirdi. Yavru mutlu yaşamaya başladı. Sadece kuru mama yiyor. Başka hiçbir şeye bakmıyor. Şanssızlıklar peşini bırakmadı.Yedinci kattaki evimizin penceresinden aşağı düştü. Mermer parçasına ayağını çarpmış. Sol ön ayağı kırıldı. Üç gün komada kaldı. Veteriner kontrolünde tedavisi devam etti. Komadan çıktıktan sonra ayağını sardık. Kırığı iyileşti. Gırnav olmaya başladı. Yavru yaparsa işimiz zordu. Kısırlaştırılması gerekti. Bu arada bizimle birlikte seyahatler yapıyor. Gittiğimiz her yere götürüyoruz. Yurdumuzun yarısını bizimle gezdiğini söylesem yalan olmaz. Ankara Veterinerlik Fakültesinde kısırlaştırdık. Yaramaz, dikişini yalayıp patlattı. Tekrar dikiş attırdık. Bu işlemler uzun sürdü. Sıkıntıyı onunla birlikte biz de çektik.
 Mut’ta bahçede oynamayı çok seviyor. Biz bahçe işlerinde çalışırken yanımızdan gitmiyor. O ağaçtan bu ağaca koşuyor. Bu arada bir akşam evden çıkmış, yoldan geçen bir mopetin altında kaldı. Arka ayağının derisi boydan boya sıyrıldı. Doğrusu bu yaranın hiç iyileşemeyeceğini sanıyordum. Bir ay gibi uzun bir süre de bu yaranın iyileşmesi için çaba harcadık. Özel merhemler yapıp gün aşırı pansumanını yaparak o sıkıntıyı da atlattık. Şimdi gözümüz gibi korumaya çalışıyoruz. Buna rağmen Ankara da da yedinci katta düşmesine engel olamadık, serçe kuşlarını kovalayacağım derken. Bereket bu sefer altında bir çam ağacı vardı da, ağacın dalları onu korudu.
Şimdi Boncukla mutlu hayatımıza devam ediyoruz.
Herkese mutlaka bir hayvan beslemelerini, özellikle de kedi beslemelerini tavsiye ederim. Hayatın sıkıntılarını unutursunuz. Bir can yoldaşınız olur. Hayatı paylaşırsınız. Mırın mırın yanınıza yaklaştığında dünyalar sizin olur. Hayat nedir ki aslında. Mutluluk işte bu. Yunus Emre ne demiş , ”Yaradılanı severiz, yaradan dan ötürü”.


Ramazan Işık