6 Temmuz 2009 Pazartesi

BENİM DARBELERİM

Benim de darbelerim var. Bu günlerde moda ya darbeler. Herkes bir darbedir tutturmuş gidiyor. Ben de darbelerimi yazayım dedim.

Benim darbelerim ikiye ayrılır. Birincisi, bana karşı yapılan darbeler. İkincisi, benim yaptığım darbeler.

Aslında darbeler gereklidir galiba. Olgunlaştırıyor insanı. Darbeler olmasaydı, hayatı nasıl öğrenir, nasıl baş ederdik, yaşamın bunca sıkıntısıyla. Darbelerle alışıyoruz hayata. Hiç darbe görmemiş olanlar, hayata tam hazırlanamıyor gibi geliyor bana. Darbe istenen bir şey değildir, ama gereklidir galiba. Darbesiz hayat çok sönük geçiyor olmalı ki, benim hayatım darbeler senfonisi gibi. Tören geçişi yapıyorlar mübarekler. Biri bitmeden diğerinin belirtileri baş gösteriyor ufukta.

Bana karşı yapılan darbelerden başlamak isterim anlatmaya. Ama devamında da karşı darbelerimi ekleyeceğim.

Öncelikle, huğ denen, sazdan samandan yapılmış, çatma diye de adlandırılan yaşam ortamındaki bir ailenin ferdi olarak dünyaya gelmek, başlı başına bir darbe olsa gerek. Her ne kadar, o anları kendim fark edemesem de, sonradan anlatılanlara göre söylüyorum bunları. Çukurova’nın sivrisinekli ortamında, sıtmaya yakalanmadan hayata devam edebilmek de, benim hayata karşı bir darbem sayılır.

Beni dünyaya getiren ebenin iki gözü de kör imiş, iyi mi. Köy yerinde, hele o yıllarda, eğitimli ebeyi nerden bulacaksın. Tecrübeli âmâ ebenin ellerine doğmak, bir şans sayılır aslında. Ama şu görülüyor ki, tâ o zamandan, çok darbe yiyeceğim belliymiş hayattan. Gözleri görmeyen bir ebenin ellerine doğmakla.

Doğumumdan yirmi beş gün geçmiş ki, darbelerin en büyüğü gelmiş. Babam ölmüş. Daha on dokuz yaşını yeni doldurmuş, askere bile gidememiş adamcağız. Ben yirmi beş günlük bir et parçası. Acı bir darbe... Allahtan, bu darbelerin etkisini anlayacak melekelerim gelişmemiş daha.

Aman, darbeler gecikmesin. Babamdan sonra annemi de elimden almış yeni bir darbe. Annem ancak altı ay dayanabilmiş o evde, eşini kaybettikten sonra. Zaten kendisi de on beş yaşında bir çocuk. Çok küçük yaşta anne olmanın verdiği zorluk ortadayken, bir de eşini kaybedince, var dünyayı sen yorumla.

Babası çağırmış bir gün annemi. Babasının emri demir. Dönmüş baba evine. Babası karşısına almış, emri vermiş. Seni başka bir ilçede, bir adama veriyorum demiş, gelin olarak. Burada işin bitti. İşte bir darbe daha. Altı aylıkken kaldın mı annesiz. Allahtan dünyadan heberim yok. Bilinç yok daha. Yoksa nasıl dayanılırdı bunlara.

Dedem, baba yerine koymuş kendini. Baba diye sarılmışım ona . Zaman da çabuk geçiyor hani. Dokuz yaşıma gelince, hayat dedi ki; darben gecikti senin... Al sana bir darbe daha. Seni baban gibi büyüten deden, fazla yaşadı. O'nu da alıyorum elinden.
Yani, aklım ermeye başladığı için, bu darbe çekilecek gibi değildi doğrusu. Allah Allah, şimdi ben ne yapacaktım.

Babaannem,annem olmuştu artık. Onunla paylaşmaya başladık hayatı. Ama çok ağırdı doğrusu, bu paylaşımın koşulları. O kadıncağız da yaşlanmaya başlamıştı.
Dediler ki bir gün; komşu köyde filan emmin gilde kalıp okuyacaksın. Biz şehre göçüyoruz. Darbeler gecikmemeli, bir darbe daha geldi mi böylece. Eşeğe yükledikleri gibi bir yatak, komşu köyün yolunu tuttum.

Bir yıl boyunca, hiç tanımadığım bu insanların yanında kaldım. Mutluluk dolu bir yıl geçirdim, bu sevimli insanların yanında. Yetim çocuk olarak, garip ellerde kalmak zor iş olsa da, hayat yaşanmaya devam ediliyordu.

Yılın bitiminde, şehre gitmek zorunluluktu artık. Ama yaşanacak yer yok. Ne olacak şimdi. Ortada bir ev yok. Anne yok, baba yok. Neyse ki ana var, anne yerine. Babaanneyle sığınılan bir kulübe, hayata tutunmak için bir yuva oldu bize. Ama gelir lazım yaşamak için. Çalışmak lazım. Lokantada bulaşıkçılık bulundu, büyük şehirin bir köşesinde. Yaş oniki. Bu da benim yaptığım darbeydi, hayata karşı.

Beni alt edemeyeceksin ey darbeler. Ben de sana, karşı darbelerle cevap vereceğim. Böylece benim yaptığım darbeler dönemi de başlamış oldu.

Ortaokula yazıldım. Karşı darbelere devam yolunda bir adım daha atarak.

Ortaokulda yediğim bir darbe unutulmazımdır. Bir gün, okul idaresinden seni çağırıyorlar dedi, nöbetçi öğrenci. Heyecanla çıktım, idareye gittim. Benim gibi birkaç öğrenci daha vardı orda. Bizim sınıftan da bir kız arkadaş. Müdür söze başladı. Bizim fakir olduğumuzu tespit etmişler. Bir miktar yardımda bulunacaklarmış. Onun için çağırmışlar. Aman Allah’ım. Bu darbeler bitmeyecek mi. Yer yarılsa da içine girsem.

Yardım olarak ne verdiler, şimdi hatırlamıyorum. Ama bu yediğim darbenin manevi izini hiçbir zaman atamadım üstümden. Hayatımın her anında, gözlerimin önünde yaşadı. Hele, o sınıf arkadaşım küçük kızın, "aman bunu kimseye söylemeyelim", demesi, dün gibi kulaklarımda.

Aman darbeler gecikmemeli, biri bitmeden öteki yetişmeliydi. Yaz tatilini sanayi de bir fabrikada çalışırken geçiriyordum. Freze diye bir tezgahta, anahtarların çapaklarını temizliyordum. Freze uzun kollu gömleğimin ucundan doladığı gibi, kolumu kaptı. Motoru küçük bir makinaydı. Şalteri kapattığımda, kolumun çok büyük oranda kesildiğini gördüm. Hastahaneye ulaştırdıklarında, doktorlar bir büyük darbenin teğet geçtiğini söylediler. Eğer, şarteli kapatamasaydım kol kopmuş olacaktı. İlk defa bir darbeyi, amacına ulaşamadan atlatmıştım. Demek ki, bundan sonra bazı darbeleri önleyebilirdim. O günden sonra, darbelere karşı hazırlıklı olmaya ve gerekirse kendim karşı darbeler yapmaya karar verdim.

Bir darbe daha yaptım. Yaşama şartlarının zorluğuna rağmen ortaokulu bitirdim. Öğretmen okulu sınavlarını kazanmak da , karşı bir darbe sayılır benim için.

Zorlukla da olsa yürütüyoruz hayatı işte. Ama darbeler durmuyor ki. İlla uzaklardan gelmesine gerek yok. En yakınından, can kadar yakınından da geliyor bazen. Dedim ya babaannem anam oldu. Beraber yaşıyoruz. Öğretmen okulu birinci sınıftayım daha. Bir gün karşıma geçti, halanın kızını sana söz keseceğim dedi. İşte bir darbe daha.

-"Nereden çıktı ana bu şimdi, ben daha öğrenciyim, okulumu bitirmem lazım."

"Olmaz", dedi."Dediğim olacak".

Yani, o yıllarda öyle yıllar ki, büyüklere karşı çıkmak çok zor. Benim için anama karşı çıkmak sa, imkansız gibi bir şey. Bu darbeyle nasıl baş edeceğim. "Olmaz ana", dedim. "Bu iş olmaz". Anam evden dışarı çıktı,kapı eşiğine oturdu.
"İlla olacak, halanın kızını sana nişanlayacağım". Beni protesto ediyor güya. Dediğim olmuyor diye. Sonunda baktım olmayacak, "ana, gel içeri", dedim. "Bak, ben okumak istiyorum.Benim kafamda böyle nişanmış,evlilikmiş gibi şeyler yok. Seni ne kadar sevdiğimi biliyorsun. Hayatta tek dayanağım da sensin. Ama bu evlilik işi bambaşka bir şey. Bu konuda, daha fazla ısrar edersen şunu bil ki, benim için okul da, senin yanında kalmak ta önemini yitirir. Okulu bırakır çeker giderim buralardan", dedim. Dedim ama, bu cümleleri nasıl söyledim, hala ben de şaşıyorum. Böylece bir darbeye, karşı darbeyle anında cevap vermiş oldum. Bir iki günlük fırtınadan sonra, bu karşı darbenin faydasını gördüm. Bu nişan ve evlilik konusu bir daha açılmadı evde.

Zaman çabuk geçiyor ya, bir iki yıl çabuk geçti. Eee bizde de delikanlılık başladı.Benim neyim eksik, ben de aşık olmalıyım değil mi. Sınıf arkadaşıma aşık oldum. Cayır cayır yanıyor yürek. Yanıyor da, nasıl olacak bu iş. Cep delik, cepken delik.Nasıl varır da bir insana açılabilirsin. Sonra, ne derler adama.

Bir karar aldım. Hayatımdaki darbeleri inceledim. Dedim ki, kendi kendime. Bundan sonra sana yapılandan, bir fazla darbe yapacaksın arkadaş. Yılmak yok. Artık kocaman adam oldun. Karar mercii de sensin. Başka yetkili yok üstünde. O zaman ne duruyorsun, darbelerine kendin karar ver ve uygula.

Bu karardan sonra kıza açılmayı kafama koydum. Sınıf arkadaşım ama, o güne kadar öyle konuşmuşluğumuz falan yok. Dedim ya, o yıllar başka yıllar. Aynı sınıfta okumak, konuşmak demek değil. Bir kızla aynı sınıfta okuyup, belki de hiç konuşmadan yılı bitirebilirdiniz. Neyse ben kıza açılmaya karar verdim. Birgün, seninle konuşabilirmiyiz dedim. O da olur, konuşalım dedi. Konuşacağımız yer okulun bahçesindeki bank, iyi mi. Herkes yanımızdan geçiyor, anlamlı anlamlı bize bakıyor. Ben başladım konuşmaya.

-"Ben dedim, seninle arkadaş olmak istiyorum.Daha ötesi, hayatı birlikte yaşamak, paylaşmak istiyorum. Ancak, önce beni bir dinlemelisin".

"Dinliyorum", dedi bizimki.

-"Ben hayatta hiçbir varlığı olmayan, annesi babası da bulunmayan, daha doğrusu şu anda sırtında bulunan ceketinden başka hiçbir şeyi olmayan bir insanım. Bu şartlarda, hayatı seninle paylaşmak için teklifte bulunuyorum, kabul edersen", dedim. Gözlerim de buğulu tabii . Hissettirmemeye çalışarak.

Aynı sınıfta okuduğumuz için, O da beni gözlemliyormuş doğal olarak. Söylemesi ayıp, hani boy pos da yerinde ya. Eh, pek bir yaramazlığımız da görülmemişti o zamana kadar. Başarı ise, işte okul başarısı var. Utangaç "OLUR", dedi bizimkisi. Kanat yok ki göklere uçsam. Uçarken de sevdiğimin kolundan tutup, bulutların üstüne çıksam. İşte bu, yaptığım darbelerin en büyüğü dedim kendimce. Eğer sonuçlandırabilirsem var ya...Ötesi yok...

Aslında, hayatın ötesi her zaman var da, insana öyle geliyor o zaman.

Ötesi devam etti. Zor hayat başlamış bir kere. Mucize yok ya, aniden düzelecek. Aynı okulda arkadaş olarak geleceği kurgulamak çok güzel bir duygu. Gençlere tavsiye ederim. Eğer imkanınız varsa, okul arkadaşınızla hayatı kurgulayın ve paylaşın.

Sınıf arkadaşım yatılı, ben gündüzlü okuyorum. Yatılı demek, devlet tarafından masrafları karşılanan öğrenci demek. Gündüzlü okumak ise, gündüz okulda akşam evde. Tabii oturulan yere ev denirse. Aslında tam tersi olması lazım. Babası memur olan arkadaşım gündüzlü okusa, babası dünyadan ayrılmış olan bendeniz yatılı okusam gerek. Ama bu da böyle olmuş işte.

Ev dedim de; Oturduğumuz evi anlatayım biraz. Şehrin kenar mahallesinde bir tuğla ocağı varmış zamanında. Şehir genişleyince, bu tuğla ocağı kapanmış. Ocakta çalışanlar için yapılmış, tuğladan tek odalı kulübeler varmış. Bunlar yıkılmış zamanla. Bir tanesi, içine sığınılabilecek kadar ayakta kalmış. Tek oda. Kapısı, tahta lataların bir araya getirilmesinden oluşmuş. Aralarından nerdeyse kuş geçebilir tahtaların. Babaannemle beraber, bulduğumuz çul parçalarını bu kapının deliklerini kapatacak şekilde üstüne yamadık. Neredeyse bezden kapı haline getirdik. Yirminci yüzyılda belki örneği yoktu, böyle modern kapının. Modacılar görse hemen yenisini yaparlar.
O zaman şimdiki gibi yardım dernekleri falan yok. Muşambaymış, naylonmuş, onlar da fazla bulunmaz öyle. Kapı içeriye açılıyor. Odanın zemini de yerden bir adım düşük. Dolayısı ile kar, çamur içeri giriyor. Zaten ev de tarlanın içinde olduğu için, kış aylarında çevremiz çamur deryası oluyor. Hele tipi başladığında, kapıyı kapalı tutmak mucize. Kapının arkasına arkadan dayak denen bir lata tahta koyuyoruz. O şekilde içeriye kar dolmamış oluyor. Kapının kenarlarından sızan bir miktar karı da tipi geçtikten sonra atıyoruz.

Şimdi bu şartlarda kız arkadaşımı bu eve misafirliğe getiremezdim doğal olarak. O da merak ediyor. Bizimkilerle tanışmak istiyor. Ortada bizimkiler yok ki. Kiminle tanıştıracaksın.

Ortaokul arkadaşlarımdan bir teki bile bu eve gelememiştir. Nedense o zamandan büyük adamlar gibi düşünme eğilimi vardı bende. O arkadaşların, belli olgunlukta olmadıklarını, bu eve getirirsem, sınıfta alay konusu olacağımı düşünürdüm hep. Ama öğretmen okulunda bu düşünceden arındım. O yıllarda, seçme sekiz on erkek arkadaşımı eve getiriyordum. Hatta bu sekiz on arkadaştan çoğu, neredeyse çoğu zamanlarını bizde geçiriyorlardı. Beraber ders çalışıyor, eğleniyor gülüyorduk. Anamın(babaannem) , sac sobanın üstünde yaptığı bazlama ve patatesten, domatesten iç hazırlayarak pişirdiği börekleri paylaşmak, en büyük zevkimizdi.

Kız arkadaşımın ailesi, yüzlerce kilometre ötede bir şehirde oturuyor. Okulun son sınıfındayız. Yaz tatilinde herkes bir yere gidecek. Ara uzak. O zamanlarda şimdiki gibi telefon yok. Mektup on beş günde elimize ulaşıyor. Böyle olunca, nişan yapmalıyım. Yoksa bir daha buluşabilme, görüşebilme imkanım yok kız arkadaşımla. Zaten ara da uzarsa, bu kızı bana vermezler, dedim kendi kendime. Darbe yapmam lazım. İyi de parasız darbe yapılır mı. Son sınıfın ocak ayında dedim ki arkadaşıma; şubat tatilinde ben seni istemeye dünürcü göndereceğim. Aman olmaz dedi. Beni okuldan alırlar. Yapma. Valla olacak dedim. Başka yolu yok bunun. Aşk söz dinlemiyor. Olmazı olur yapmak benim içimde var. Şubat tatilinde dünürcü gönderdim.Kızın annesi hop oturup hop kalkmış. Ama babası, hayat hikayemi dinleyince acımış. Kendisi de benim gibi yetim büyümüş. Anlayış göstermiş. Tamam, şubat tatilinde nişan yapalım demiş. Allah, dünyalar benim oldu artık.

Nişana gideceğiz. Gene iş paraya dönüyor. Yok oğlu yok. Neyse ki gelecek umudu var artık. Birkaç ay sonra öğretmen olacağız ya. Kredi musluklarını zorlamaya başladık. Arkadaşlarımdan ekonomik durumu iyi olanlar bir miktar borç vereceklerini söylediler. Nişana gitmek için elbise yok. Arkadaşlarımdan boyu bana uygun olan birisi, yeni aldığı takım elbisesini nişanda giymek üzere geçici olarak bana verdi. O zaman için çok güzel bir takımdı. Kavun içi bir elbiseydi. Boylarımız aynı olduğundan, problem de olmadı. Böylece üstünde ödünç elbise ile nişana giden bir damat adayı oldum. Başka örneği var mıdır bilmiyorum. Böylece "baldırı çıplak", bir darbe yapmış oldum, ödünç elbiseyle.

Kararlıyım ya, darbelere devam edeceğim. Öğretmen okulunu bitirdim. Galiba bu, yaptığım darbelerin en önemlilerinden biriydi, hatta en önemlisiydi diyebilirim.

Okul bitti evlenmek gerek. Bir an önce düğün yapmalıyım ki, kız elden uçmasın. Ama nasıl. Daha göreve başlamadan bu konu halletmeliyim. Yoksa, o günün Türkiye’sinde ikimiz ayrı yerlerde nasıl olacak. Bu arada okullar kapandı, tayin beklemeye başladık.

Dedim ya, kayınpeder olacak insan, hayatı görmüş geçirmiş. Benim halimi anlıyor. Sanki kendisi benmişim gibi empati kuruyor. Nişanlı görmeye gittiğimde, bana dedi ki; oğlum sizin nikahınızı yaptırmak lazım. Eş durumundan beraber tayin yaptırabilmek için bu şart. Ben zaten onun için kıvranıyorum da, bir türlü söyleyemiyorum. Ne diyeceğimi şaşırdım. Valla çok iyi olur baba, diyebildim. Diyebildim de, ödünç aldığım paralarla ve trenle yolculuk yapıyorum. Öğrenci bileti ucuz. Nikahın her işlemi paralı. Gurbet ellerde bu iş nasıl olacak. Bu da bir manevi darbe değil mi, bana karşı yapılan. Çaresiz boyun eğmiş, bekliyorsun. Adamcağız, kız babası olduğunu unuttu, sanki benim öz babammış da, oğlunu evlendiriyormuş gibi, nikah işlemlerini başlattı. O zaman nikahlar çeşit çeşit. Normali var, yıldırımı var. Ben orda misafirim. İşlerin bir an önce bitip evrakların bakanlığa verilmesi gerek ki tayin de beraber olsun. Yıldırım nikah olacağız. Yani en hızlısını. İşlemler iki günde bitti. Bitti ama nikah şahidim kim olacak. Kayın pederim her şeyi halletti. Belediye nikah salonuna vardık. O kadar acı bir durum ki, yanımda ailemden bir tek kimse yok. Aileden kimse yok da, arkadaşlarımdan da yok. Hepsi öğrenciliği yeni bitirmiş daha. Nikah memuru nikahı kıydı. Bu yaşıma geldim, nikah şahidimin kim olduğunu hala bilmiyorum. Oradan, kayınpederin tanıdıklarından biriydi ama, kimdi. Daha sonraları sormaya da cesaret edemedim,kendimden bile çekinerek. Böylece benim için acı ama, olumlu bir darbe daha yemiş oldum.

Bu şartlar altında düğünü de yaptık, küçük bir grup katılımcıyla. Bir yaz günü, açık hava sinema salonunda yapıldı düğün. Onun şartları da çok ağırdı. Ama ben bunlara hazırlıklıyım. Bazı arabesk şarkılarda der ya; ben acıların adamıyım diye. Ordaki örnek misali.

Tayinimiz eşimle birlikte bir köye yapıldı. İki öğretmenli bir köy burası. Ama bende de iç dürtüler az değil hani. Bir yıl sonra kaşınmaya başladım. Üniversite okuyamadım ya. İçimden bir ses beni kamçılıyor. Okumalısın. Bu yetmez. İyi de bu şartlarda olmaz ki. Yine de duramadım. Üniversite sınavlarına girdim. Tarihe meraklıyım biraz. O zaman eğitim enstitüleri vardı. Üç yıllık. Liselere öğretmen yetiştirirdi. Sonradan dört yıla çıkarılıp eğitim fakülteleri oldular. İşte o eğitim enstitüsünün sosyal gece bölümünü kazandım. Amacım o ile tayin yaptırıp, geceleri okurken gündüz öğretmen olarak çalışmak. Kaydı yaptırdım. İzin rapor derken, iki ay kadar devam ettim okula. Ama tayin yaptıramadım. Bu arada oğlumuz oldu. Bu dağ köyünde eşim yalnız başına bir çocukla. Ben okuma sevdasında. Yürütemedim tabii. Dön geri. O zamanın ortamları da çok karışık zaten. Ülke cayır cayır yanıyor. Kardeş kardeşi vuruyor, anlamsız bir kör döğüşünde. Bu kör döğüşünden biz de kısmetimize düşeni aldık. Soruşturmalar başladı. Bir gün bir emir, başka ilçede tek öğretmenli bir köye sürgün oldun dediler. Eee darbeler durmamalı değil mi. Eşimle birlikte tayini yapan milli eğitim müdür yardımcısının yanına gittik. O kişi, aynı zamanda eşimin orta okuldan öğretmeni oluyordu. Durumu anlatıp, "hocam bizi eşimle beraber bir köye verin. Ben bir ilçede, eşim bir ilçede yapamıyoruz. Ayrıca küçük bir bebeğimiz var, bizi aynı köye verin", dedi. Olmaz dedi müdür. Gidip görevine başlayacak eşin. Onu sonra düşünürüz. "Ama hocam, bu şartlarda ben eşimden ayrı olamam.Dağ başı köyde.Kim yok kimse yok.Tek başına çocuklu bir bayan.Beni eşimin yanına vermezseniz istifa ederim", dedi. Müdür çekmeceye uzandı. Bir adet parşömen kağıt çıkarttı. Kendi öğrencisi de olan eşime uzatıp, "al istifa et o zaman", dedi. O an kan beynime sıçradı. Eşimin bileğinden tuttuğum gibi dışarı çektim. "İnsan olmayan bu kişilere ne dert anlatmaya çalışıyorsun", diyerek, dışarı çıktık. Milli eğitim müdürünün yanına gittik. Öyle ulaşmak kolay değil müdüre. O zamanlarda müdürler ali kıran, baş kesen cinsinden. Ama bizim durumumuzu dinledi. Bizi süzdü. Görüntümüz fena değil. İki genç öğretmen, pırıl pırıl. Çocukları da var. "Size acıdım", dedi. Hadi sizi beraber bir köye vereceğim. Benim sürgün olduğum ilçenin başka bir köyünde bizi birleştirdi. Köy dağ başında bir yer. Yol yok. Elektrik zaten ilçe merkezlerinde bile yok. En önemlisi su yok. Roma döneminden yapılma sarnıç kuyularda toplanan yağmur sularını içiyoruz. İçinde her türlü börtü böcek kol geziyor. Telefon denen şeyi kimse bilmiyor zaten. Ev bulmak mümkün değil. Bir odalık bir ev bulup, oraya sığındık.Bu darbe de ayrı bir renkteydi böyle. Dedim ya, benim darbeler senfoni gibi. İçinde her renkten ve her tattan mevcut. Bu da böylesi bir darbeydi. Yedi yıl bu susuz köyde yaşadım. Eşimi de benim bu çileli hayatıma ortak ettim. Bu darbeyi yedi yılda ancak atlatabildim.Sonra il merkezine yakın bir köye tayin yaptırarak, bu darbenin etkilerini azaltmaya çalıştım.

Yaptığım işi en iyi yapmak tutkumdur. Bulunduğum ortamlarda iş becerisi bakımından sıralamada ilklerden olmalıyım. Onun için, aslında beraber çalıştığım insanlar beni sever.Okul müdürlükleri açılıyor. Ben de başvurularımı yaptım. Önceki başarılı çalışmaşlarımdan aldığım belgelerle puanım yüksek. İl merkezinde boşalan bir okul müdürlüğüne atadılar beni. Daha otuz yaşındayım. Kırka yakın öğretmen ve bin iki yüz civarında öğrencim var. Güzel bir darbe yedim böylece.

Böyle çalışmaya devam ederken, bende tutkular bitmiyor. Yurt dışı sınavları açıyor bakanlık. Ben de duramadım, başvurumu yaptım. Ankara’da yapılan sınavları ilk on kişiden biri olarak kazandım. Hayata, ben darbe atmaya devam etmeliydim. Yurt dışında öğretmenlere acil ihtiyaç olduğundan, ilk sırada kazananları hemen göndereceklermiş. Vali yardımcısı çağırdı bir gün. Bakanlıktan gelen telgrafı uzattı. Fransa ya acil gidecekmişim. Aslında bu sınavı kazananları, sekiz aylık dil kursuna alırlardı eskiden. Bizi kursa filan çağırmadan, doğrudan gönderiyorlar. İyi de ben ingilizce okudum. Fransızcayı bilmiyorum ki. Hemen kitaplar araştırdım, eşten dosttan. Pat çat kendi kendime çalışıp konuşmaya çalışıyorum. İyi de bu boyacı küpü değil ki. Batır çıkar,olsun.

Bu şartlarda gittim yurt dışına. Eşim ve çocuklar(bu arada bir oğlum daha oldu) yurtta kaldı. Fransa’da bir ilçede görev verdiler. Türk çocuklarına öğretmenlik yapacağım. Ev bulmam lazım öncelikle. Camide toplantı var,gidelim dedi bir arkadaş. Türkler üç katlı bir binayı satın almışlar. Bodrum katı da var ayrıca. Orası çay ocağı.Zemin kat cami. Birinci kat çeşitli amaçlarla kullanılabilecek odalar, ikinci kat ise imam lojmanı olarak düşünülmüş. Benimle giden arkadaş dedi ki, öğretmenim sana ev bulana kadar birinci kattaki odalardan birinde misafir olarak kalırsın. Birkaç güne kadar da ev buluruz dedi. Tamam dedim ben de. Toplantıya girdik. Arkadaş beni tanıttı. Bir süre sonra da burada birkaç gün misafir olarak kalabileceğimi söyledi. Bir adam ayağa kalktı.
"Türkiye,bu öğretmene maaş veriyor,gitsin otelde kalsın,neden burada kalacakmış", dedi. Allah Allah,çok ilginç bir çıkıştı.Bekledim. Toplantıda olanlardan karşı tepki gelmedi. Beraber gittiğimiz arkadaşa arkasındaki pardösümü vermesini istedim. Oradan çıktım, hiç konuşmadan. Yolda yürümeye başladım, kırgın. Arkamdan iki arkadaş geldi. Öğretmenim gel, gitme falan dediler. Ama ben geri dönmedim. Onlara, bu adam kim diye sordum. Derneğin yönetim kurulunda imiş. Ben dedim ki; bu adam yönetim kurulundan uzaklaştırılana kadar bu binanın kapısından içeri girmem. Kısa zamanda da ev işini hallettim. Beş yerleşim yerinde, yedi okulda derslere giriyorum. Tüm öğrencilerimin velilerine ve orada yaşayan Türklerden ulaşabildiklerime uğradığım haksız davranışı anlattım. Böylesi devlet ve millet düşmanı adamları, güzel bir amaçla oluşturduğunuz öyle kurumlara neden alıyorsunuz diye aydınlattım onları. İşçiler işten güçten böylesi ayrıntıları düşünemiyorlarmış. İlk genel kurulda bu adam kapı dışarı edilmeli diye onları örgütledim.

Bir pazar günü evimde otururken zil çaldı. Kapıyı açtım. Gelen benim yakın ilişki kurduğum, vatanını milletini seven, ulusal değerlere bağlı bir gençti. Hocam hadi camiye gidiyoruz dedi(Aslında çeşitli amaçlara yönelik bir bina olan bu yapıya oradaki Türkler, kısaca cami diyorlar). Hayırdır dedim. Dernek seçimi vardı o gün. Benim örgütlediğim üzere,devlet düşmanlarını yönetimden uzaklaştırmışlar. Beni de çağırıyorlar. Ben de gittim gençlerle. Caminin bahçesine sandalyemi atıp oturdum. Bağımsızlığın ne anlama geldiğini anlattım onlara. Bu yaptıklarının çok güzel bir davranış olduğunu söyledim. Böylece yurt dışında da bir darbe yapmış oldum.

Yurda döndükten sonra oturmaya ev lazım. Bir yapı ortaklığına girdim. İş yarım kalmış. Ben bir dairesini devir alıp, işi devam ettirip, bu güzel binayı bitirip, bir ev sahibi olmak istiyorum. Tapu olursa girerim dedim, yapı ortaklığına. On kişilik yapı ortaklığında benden başka tapu alan yok. İnşaat mühendisi arkadaş, aynı zamanda müteahhit rolünde. Aidatlar alıp, inşaatı yapıyor. Birkaç ay aidat verdim. İşi takip ediyorum. Hayatı zor kazanmışlığın verdiği sezgilerle, bizim aidatların uçtuğunu anladım. Burada da bir darbe yapmam gerektiğini fark ettim. On kişilik yapı ortaklığı üyelerini topladım. Bundan sonra aidat ödeme usulünden vazgeçeceğimizi, hangi işi kime yaptırdıysak, doğrudan ona borçlanacağımızı, herkesin payına düşeni onda bir oranında o işi yapan kişilere ödeyeceğini, başka türlüsüne benim katılmayacağımı söyledim. Akla yatkın buldular. Hepsi kabul etti. Bizim müteahhit hop oturup hop kalkıyor. Çıkarlarına uymadı ya. O, ne dese de darbe amacına ulaştı. Yapılacak işler için ustaları çağırıyoruz. On kişinin önünde pazarlık yapıyoruz. En uygun kim yaparsa işi ona verip, sonuçlandırıyoruz. Kimseye hakkımızı yedirmeden. Ustaların da emeğini koruyarak. Böylece kafamızı sokacağımız bir evimiz oldu. Hem de şehrin gelişmiş semtlerinden birinde, bulvar üstünde, günümüz şartlarına göre oldukça geniş daireleri olan bir binada.

Son olarak bana yapılan bir darbeyle kapatmak isterim.Yıllar yılları kovaladı. Meslekte de ilerledik. Daha önce de yazdım. Ben kimsenin hakkını yemem. Bilerek başkasına ait bir şeye el uzattığımı hatırlamıyorum. Ama kendi haklarıma da sonuna kadar sahip çıkarım. Siyasilerin arkasından ise hiç koşturmadım.

Şube müdürlüğü sınavları koydular. Türkiye’de bir ilkti bu. Ben de girdim sınava. Büyük şehirlerde yaptılar sınavları. Kazandım. Bir de kursa gönderdiler. Devlet çok masraf etti bu iş için. Kurs Yalova'da. On altı farklı alandan ders koymuşlar. Ankara'dan öğretim üyeleri gönderip yetiştirdiler katılımcıları. Seçilmiş gelmiş insanlar. Tekrar sınav yapıp,bir de belge verdiler. Şube müdürü adayıdır diye. Sonrasında işi yine siyasilere havale ettiler. Onlarla görüşmemiz gerekiyormuş. Bu iş benim yapıma terstir. Bir kişi bir yerlere hak ediyorsa gelmelidir. Birilerinin eteğine yapışarak değil. Bu şartlar altında artık hakkı yenmiş biriydim. Benimle sınava katılmış, sınavı kazanamamış insanlar bana idarecilik yapıyordu. Bu iş de bana dokunmaya başladı. Artık emeklilik günlerimin geldiğini anladım. Aslında biraz erkendi. Ama bu şartlarda gereken buydu. Böylece ülkemizin şartlarından kaynaklanan bir darbe yiyerek,e mekli oldum. Eğitim adına üzgünüm, kendi adıma mutluyum.

Aslında küçük darbecikleri yazmadım. Yoksa, burada bir yazı konusu için çok büyük olurdu. Roman kadar geniş yazmak lazım. Ama roman olarak yazıldığı zaman da gerçeklerden uzaklaşıyor insan. Onun için böyle kısa ve öz olarak yazdım.


Hayat iyisiyle kötüsüyle devam ediyor. Gelecek ne gösterecek bakalım. Herkes için sağlıklı, mutlu bir hayat dilerim.

Ramazan Işık

.