27 Mayıs 2009 Çarşamba

HAYATA YENİDEN GELMEK


Yaşamın bunca yükünü ve kahrını çektikten sonra yorgun düşebilir insan.Bazan artık yaşama sevincim azalıyor mu diye de karamsarlığa kapıldığımız olmuyor değil. Özellikle de,hayatı zor kazanmışsanız,bu yorgunluk erken çökmüş olabilir omuzlarınıza.Bazan çıkış yolu ararsınız,hayatın basamaklarını çıktıktan sonra,dönüşe başlamışlık hissinden kurtulmak için.

Hobileriniz varsa,bir miktar teselli edebilir sizi.Ebru yaparsınız.Saz çalarsınız veya oymacılık.

Bazıları,işleriyle hobilerini birleştirmişlerdir.Onlar daha şanslı.Arıcılık yapanlar öyledir örneğin.Hem hobi,hem kazançtır.Hayvan sevmek ihtiyacınızıda gidermeniz de cabası.

Sanatla uğraşmakta bir çözümdür bazan.Resim yapar,gravür çizersiniz.

Dindar olanlar kendilerince bir problem olmadığını söylerler,bu konuda.Dini inançların,insanı boşluktan kurtardığını söylerler.Ama dindar insanlardan da bunalıma girenler olmuyor değil.Sanatçılarda olduğu gibi.

Yazı yazmakta,başka bir yol.Yazdığınız sürece umutlarınız artar,hayattan.Yazdıkça geleceğe doğru,bir ok attığınızı düşünür,gelecek umutlarınızı o okun gideceği yerlerde yeşertirsiniz.

Ama,tüm bunlardan farklı ve bunların hiçbiriyle karşılaştırılamıyacak bir güzellik var hayatta.Bu güzelliğin,kelimelerle anlatılması bile zor.O da bir torun sahibi olmak.Dünyaya yeniden gelmekse,bu işte.Sanki yeniden doğmuş gibi oluyorsunuz.

Torun sahibi olduğunuzda,haliyle belli bir yaşı geçmişsinizdir.Ama karşınızda bu minicik yavruyu gördüğünüzde,O'nunla beraber sanki siz de yeniden doğuyorsunuz.Beraber aguular yapıp,beraber emekliyorsunuz.Beraber apalayıp,beraber yürüyorsunuz.Belki de çocuklarınızla oynayamadığınız atçılık oyununu,torununuzla oynarsınız,at da tabii sizsiniz.

Uykusu geldiğinde mırın mırın,kedi gibi sarılıp yattığınızda,asıl çocuk sizsiniz.Ben ne zaman büyüyeceğim diye sorasınız gelir,etrafınıza.Hele,dede torun yan yana iki bisikletle yarışmanın keyfini,sanmıyorum ki şimdiye kadar herhangibir şeyde bulmuş olasınız.

Hayat böyle birşey işte.Ümitler her zaman yeşerecek...

Siz de gelecekte yaşamak ve kalıcı olmak istiyorsanız bir an önce büyüyüp torun sahibi olun.

Torun sahibi olun ki,küçülüp hayata yeniden başlayın.

23 Mayıs 2009 Cumartesi

TEMİZ ÖLÜM

foto-yasemin tangören




...Ölüm, genç yaşlı her insanın aklına gelir. Daha çok ta yaşı ilerlemiş olanların aklından çıkmaz. Doğaldır bu durum. İnsanoğlu bu konuda aciz olduğundan, yapabileceği fazla birşey de yoktur. Ancak ölüm üzerine temenniler vardır. Olursa olur, olmazsa da başa gelen çekilir.

...Bazı toplumlar, ölümden hiç konuşmazlar. Örneğin japonlar, bu konuyu hiç açmazlar. Ölümden çok korktuklarından mı, yoksa bu işi bir tabu olarak algıladıklarından mı , bilmiyorum. Buna rağmen dünyada, ilk kamikazeler ve harakiri yapanlar da japonlardan çıkmıştır. Bu da ayrı bir çelişki. Ayrıca başarısız olan devlet yöneticilerinin intiharları da, kayda değer.

...Ölüm üzerine, benim temennim var. Örneğini dedemin vefaatında , gözlerimin önünde gördüğüm bir ölüm bu. Doğrusu böyle bir ölümle, bu dünyadan ayrılmak isterim. Nasıl olsa bir gün ayrılacağız ya bu dünyadan. Onun için benim istediğim bir biçimde olsa olmaz mı. Gerçekleşmesini istediğim bir temenni sadece. Yoksa aklınıza kötü şeyler getirmeyin.

...Ölüm kaçınılmaz. Kalp krizi ile ölmek te, çok temiz bir ölüm şekli bence. Kalp krizine neden çare arıyor ki insanoğlu. Nasıl ölmeyi istiyor. Uzun uzun yaşayıp, çeşitli hastalıklarla boğuşup , acılar içinde kıvranarak ölmek çok mu güzel.

...Dedemin vefaatını anlatmak isterim tam burada;

...Dokuz yaşlarındaydım. Toplamı yedi sekiz haneli bir köyde yaşıyorduk o yıllarda. Dedem, babaannem ve ben. Üçlü trioyduk, o zaman. Evin hakimi dedem, yöneticisi babaannem, kralı da bendim. Yetim büyütülen torun olarak, bir dediğim iki edilmiyordu. Tabii o köyün ne imkanları varsa o çerçevede. Yoksa aklınıza bu günün dünyası gelmesin. Tarihten öncesi gibiydi, bizim şartlarımız. Çocukluğumun tüm oyuncağı, avuç içine sığacak büyüklükte bir adet dolma top idi. Günlerce koynumda yatırdığımı bilirim, o topcağızı. Gerisini siz anlayın. Olsun, gene de çok tatlı ve mutlu bir yaşantımız vardı, o dağ başındaki köyde.

...Ancak, bu uzun sürmedi. Dedem altmış üç yaşına gelmişti ve o yıllarda bu yaş, çok ileri bir yaştı. Bastonuyla geziyordu, bizim köyün Musa Emmisi. Üstelik de, tütün içmeye hiç ara vermemişti, bu yaşına kadar. Tütününü de, iki köy öteden ben getirirdim, çocuk yürüyüşüyle saatlerce yol yürüyerek.

...İşte, bu şartlarda bir akşam, köy evimizin oturma odasında oturmuş, babaannemin dövmeden yaptığı "sütlü çorba"'mızı yiyorduk. Birden, dedemin, "oof sol koluuum", diye seslendiğini duydum.
"Karı sol kolum çok ağrıyor, şu kolumu bir salla, ne oldu buna" , diye sıkıntılı bağırıyordu. Babaannem, dedemin sol kolunu sallamaya başladı. Biraz rahatlamış görünüyordu dedem. Minderine uzandı. Üstüne yorganını örttük. Ben , o günkü ödevlerimi yaptıktan sonra uyuya kalmışım. Birden , babaannemin avaz avaz bağırmasıyla uyandım. "Heriiif, amaan, Musaaa", sesleri gırla gidiyordu. Ne olduğunu önce anlayamadım. Korkuyla sıçradım.
"Deden öldü" dedi babaannem........

...Dünya dönüyordu. Çocuk aklımla, anlamaya çalıştım olayı. Babaannem komşulara koştu hemen. Köylüler toplandı eve. Hikayeyi teker teker, her gelen, tekrar tekrar dinliyor, ben de dedemi kaybetmenin acısını, en derin şekliyle yaşıyordum.

...İşte bu kadarmış dedim kendi kendime.

...Ölüm bu...

...Ne kadar da kolaymış.

...O gün bu gündür dileğim; "Allahım, bana da, dedem gibi bir ölüm ver", olmuştur. Nasıl olsa birgün gitmeyecekmiyiz bu fani dünyadan. Ne olur dileklerimiz kabul olsa...

...Ben de Karabaşlı Köyü'nün Musa Emmisi gibi, az bir sıkıntıdan sonra, terki dünya etsem...

...Ölüm gerçek.

...Herkese, sağlıklı bir yaşamdan sonra, güzel ölümler diliyorum...


...Ramazan Işık

22 Mayıs 2009 Cuma

DOST ARIYORUM

foto-s.serdar ışık



Dost arıyorum,arkamı dönebileceğim.
Verdiğim sırları,geri yansıtmayacak.
Zamanı tersine çevirip,başıma kalkmayacak.

Dost arıyorum,karşılık beklemeden seven,
riyasız,çıkarsız,sevgi dolu.

Dost arıyorum...

Dost arıyorum,zamana bağlı kalmayan,
zeminle bağlantı kurmayan.

Dost arıyorum,beni anlayan,duygularımla oynamayan.

Sığınacak liman olacak dost arıyorum.

Dost arıyorum,kara günde yanıbaşımda,acımı paylaşıp,azaltacak.

Dost arıyorum,güzel günlerimde sevgimi paylaşıp,çoğaltacak.

Dost arıyorum dost,candan öte can gibi.

19 Mayıs 2009 Salı

YILAN SEVGİSİ

foto-yasemin tangören

.
Yılanı seveni duydunuz mu hiç.Duymadıysanız duyun.Ben onlardan biriyim.Yılanı severim.Ayırt etmeden,tüm hayvanları sevdiğim gibi.
.
Bu yılan sevgisi bana nereden geldi,onu biliyorum.Çocukluğumun ilk yılları köyde geçti.Doğal ortamlarda,tarlada,koruluk ormanda,derelerde,pınar başlarında.Yaşadığım bu yerler hayvanlarla paylaşılan ortamlardı.İçtiğiniz suyu paylaşmak zorundaydınız.Aynı çimenlere,aynı ağacın gölgesine uzanıp yatmanın zevkine doğada yaşayan bu hayvanlarla beraber varıyorduk.Çimenlerde dört yapraklı yonca ararken yılana basmanız içten bile değildi.
.
Hayvanların kötülüğünü anlatan olmazdı çevremizde.Herkes doğadaki hayvanların faydalarından konu açardı.Özellikle yılanlar ayrı bir yere konurdu.Her evin bir çift yılanı olduğu vurgulanırdı,bu konuşmalarda.Hikayeleri de anlatılırdı.Bu hayvanların evlerimizin koruyucuları oldukları,onlara ilişmememiz gerektiğini anlatan insanların öğütleri ile büyüdük biz.Eğer yılanlardan biri öldürülürse,diğer yılanın eşinin öcünü alacağı anlatılırdı.Onlar da canlıydı.Bir yurtları yuvaları vardı.Nasıl bizim bir ailemiz varsa,onların da bir ailesi vardır.
.
Her evin bir çift yılanı olur ya.Bunları biz,zaman zaman görürdük,serpente de dolaşan yılanları.Evlerin damları yuvarlama denen ağaçlarla örtülü idi.Bu ağaçların uçları duvarlardan bir miktar dışarıya taşardı.Evin duvarlarını yağmurdan yaştan korusun diye bu çıkıntılar yapılırdı.Buna SERPENTE denirdi.Şimdiki adı saçak olan serpente,aynı zamanda yılanların gezinti yeriydi.Damda bulunan zararlı böcekler ve fareleri temizleme görevi bu yılanlara aitti.
.
Evin koruyucusu olan bu hayvanlar,kimseye zarar vermezdi.Şimdiki bakış açımla değerlendirdiğimde görüyorum ki,zaten zehirli de değilllerdi.
.
Biz insanlar,zararlı zararsız pek çok canlıyı peşinen,düşman ilan ediyoruz.Bu çok yanlış.Biraz düşünsek,doğada her canlının bir görevi olduğunu anlarız.O canlılara da,ona göre davranırız.Onların yaşamalarına izin veririz.
.
Doğaya karşı hoşgörülü olmalıyız.Doğadaki çeşitlilik olmasa,hayatın anlamı olmazdı.
.
Yunus Emre boşuna dememiş,"yaradılanı severiz,yaradandan ötürü"diye.Yılanlar da yaratılmış değil mi.Demek ki onları da sevmek gerek.Diğer canlı ve cansız varlıkları sevmemiz gerektiği gibi.
.
Sevgi varlığın temelidir.

Ramazan Işık

13 Mayıs 2009 Çarşamba

ÇALKAMAÇ

.
Ne yazsam bugün.Öylesine oturdum bilgisayarın başına.Bir şeyler gelir elbet aklıma.Klavyedeki tuşlara basmaya başla bir bakalım dedim kendi kendime.
.
Ne yazılacak ,eğitimcilik var ya serde işte,gene başlayacak öğüt vermeye.Oysa insanın hangi yaşta olursa olsun,öğüt vermekten çok almaya ihtiyacı var.Nasıl ki hayatta eksikler bitmiyor.Alınacak akıl da bitmiyor.Dağdaki çobandan,üniversitedeki profesöre kadar her kesimden insanın akla ihtiyacı var.Yaylanın başındaki kuzunun ihtiyaçlarını profesör ne bilsin.Makinenin teknik hesaplarını da çoban bilmez.Kuzu yetişmese aç kalırız.Makine olmasa yaya kalırız.
.
Ama herkesin bildiği bir şeyler var.Onu da birilerine anlatmak ihtiyacı var.Bu işe bazan gevezelik de diyoruz,dinlemekten sıkıldığımız zaman.Ama gevezeler de olmasa bunca şeyi nereden öğreneceğiz.Herkes bildiğini kendine saklasa gelişme olmazdı.Oldum olası,"bu işin püf noktası bende saklı"diyenlerden hazzetmem.Paylaşmayı bilmeyenleri de sevmem.Paylaşmak demek,hayat demek.Var olmak paylaşmaya bağlı.
.
Şimdi soruyorum size,"çalkamaç"ı duydunuz mu hiç.İşte gecenin şu saatinde canım çekti.Duymadıysanız duyun.Ayranın adıdır çalkamaç,bizim oralarda.Yaz günü tarlada çalışanların dört gözle beklediği,kana kana içtikten sonra,bir gölge bulursa bir saat uyku çekmesine vesile olan içecektir çalkamaç.Yayık yayıldıktan sonra,yağı alınmış yoğurdun kalanıdır çalkamaç.
.
İşte böyle.Çalkamaç apartman katlarında oturup,marketlerden hazır alınan yoğurtlara yapılan ayrana benzemez.Sütü inekten kendin sağacaksın.O sütü mayalayıp yoğurt yapacaksın.O yoğurdu çalkalayıp çalkamaç yapacaksın.
.
Çalkamaç bakır taslarda sunulmalıdır,kalaylı bakır taslarda.O zaman tadı başka olur.Taslar da büyük olacak.Hani şöyle dövmeli taslar,maraş işi.Nerde bulacaksın şimdi onları.Elde olanlar da merdiven başlarına kondu,oradan yürütenler yürüttü.Ara ki bulasın.

Ramazan Işık

7 Mayıs 2009 Perşembe

VELESPİT



       Telleri ışıl ışıl ışıldayarak dönüp gidiyordu. Güneş vurdukça parlayan metal parçaları, öyle hoş görünüyordu ki, üstündekinin öğretmenimiz olduğunu ne zaman sonra farkedebildik. Adını duymuştuk ama, nasıl birşey olduğunu görmemiştik daha. Nereden göreceğiz. Okul çağına gelmişiz, kasaba yüzü görmemişiz.Televizyon denen alet, uzak ülkelerde kullanılsa bile, bizim yakınımıza yaklaşmamış daha. Ancak radyodan şarkılar ve türküler dinliyoruz. O da her evde yok. Dedem gibi, şartlarını zorlayarak alan bir iki ailede var. Okul kitapları ise dağları, ovaları, savaşları anlatıyor. Yaşanan hayattan örnekler verdiği yok. Bu durumda bizim böyle bir aracı görme ve böyle bir araç olduğundan haberdar olma şansımız da yok elbette.

     Öğretmenimizin bir "velespit" aldığı ağızdan ağıza yayılmıştı ama, getirip bize göstermeseydi nereden bilecektik.

     Köyün tüm çocukları harman yerinde toplandık, oyun oynuyorduk. Köyün alt ucundan bir araç göründü. Tekerleklerine güneş vurdukça ışıl ışıl parlayan telleri vardı. Geldi, geldi yanımızda durdu. Hepimiz şaşkın. Aaa ne kadar güzel. Kafamızı kaldırdık, üstünde öğretmenimiz var. O zamanlar öğretmenlerle pek konuşulamayan zamanlar. Öyle hayret ettiğinizi filan da belirtmiyeceksiniz. Sadece şaşkın bakacaksın, o kadar.

     Öğretmen harman yerinde bir iki tur attı. "Aslında öğretmen dediğim de liseyi yeni bitirmiş, bizim köye vekil öğretmen olarak atanmış, komşu köylü bir genç."  Bu harman yeri velespit'i ilk defa görüyor olmalı. Biz ağzımız açık seyrediyoruz. Küçük çocuklar bizden şanslı. Onlar velespitin arkasından koşabiliyorlar. Okula gidenlerin böyle bir şansı yok. Ya öğretmen kızarsa. Onun için uzaktan seyrediyoruz. "Ne kadar güzel birşeymiş bu velespit", diyoruz kendi aramızda. Bir ara zırr diye bir de ses çıktı. Bu da ziliymiş. Önüne insan gelirse öttürecekmişsin. Düğmesine basınca ötüyor. Keşke ben de bir kere öttürebilsem.
Nerdee, öğretmenin o, dokunamazsın ki.

Fotoğraf: Porsuk'ta bir Velespid

Canon 600D, F2,8, 1/2500, ISO 400, 50.0 mm,
Lens EF 50mm f/1.8 II
Yatağa yattığımda hayal kurardım , bir gün benim de bisikletim olabilir mi acaba. Nerden olacak, bu imkansız diye geçirirdim içimden.

Evet hayat boyu bisikletim olmadı. Bilgisayarım oldu, arabam oldu, ama bisikletim olmadı.

İçimde bir ukte olarak kaldı. Neden bir bisiklet almadım diye hayıflanırım hep. Zaman geçmiş değil ama, olmadı işte. Bakarsın birgün piyangodan çıkar veya torunumun biri dedeler gününde hediye eder. Sahi dedeler günü diye bir gün var mı ?

Yıllar sonra çocuklarıma, daha sonraları torunuma bisiklet alırken, hep o günleri hatırladım. Şimdiki kuşaklara, o günleri nasıl anlatmalı ki. Çocukluğumda öğretmenimle konuşamadım, şimdi de çocuklarımla konuşamıyorum. Anlatsan bir de alay etmeye başlarlar. Babaa gene başladın eskilerden anlatmaya. Senin bu eski hikayelerin de hiç bitmiyor diye.

Bitermi yaşanmışlıklar. Örneği yok ki. Bir daha yaşanmayacak. Ama bu özlem de içimizde duracak.
Velespit tutkusu hiç bitmeyecek.

Ramazan Işık

6 Mayıs 2009 Çarşamba

BABA SÜLEYMAN


.
Eğitim alıp, bir diplomaya sahip olabilirsiniz. Diplomanıza göre size, doktor, mühendis, öğretmen diyebilirler. Subaysanız, rütbenize göre ünvanınız hazırdır zaten. Kurmay sınavlarını kazanmışsanız, paşa da olabilirsiniz. Ya da, bir zanaatkar olursunuz, o zanaatınıza göre bir isim alırsınız. Marangoz, su tesisatçısı, sıvacı, demirci. Bunlar bir insanın çalışarak, eğitim alarak kazanabileceği ünvanlardır.

Bazı ünvanlar vardır ki, böyle kurumsal değildir. Her yerde görmez ve rastlayamazsınız. Ama bu ünvanın verildiği kişileri gördüğünüzde de, yerinde bir kavram olarak, toplum tarafından yaşatıldığını anlarsınız.

"Baba", ünvanı, toplumsal kurumların en önemlisidir. Çevresinde sevilen, karşılık beklemeden herkesin yardımına koşan, kendisinde olmayanı bile bir şekilde temin edip, ihtiyaç sahiplerine ulaştıran insanlara verilen bir ünvandır BABA.
Ama toplum istemeden, hiçbir insana , "BABA" lakabı veya ünvanı verilmez.

Bir kişinin, sonradan yerleştiği bir yörede, "Baba" lakabı ile anılması, öylesine kolay bir iş değildir. Çok emek ister. Her insana böyle bir ünvanı vermezler, kolay kolay. Zaten bu ünvanı almak için de ayrıca çalışılmaz. Çalışsan da olmaz. İlla, toplum belirleyecek onu. Kendiliğinden oluşup verilecek.

BABA

İşte toplumun belirlediği bu ünvana sahip bir kişiydi BABA SÜLEYMAN.
Dedik ya, bu ünvan öyle kolayına kazanılmaz. Öncelikle büyük bir yürek ister. Öyle bir yürek ki, kocaman olacak. İçine dünyalar sığacak. Kimsenin yapamadığını yapacak.

Dünyalar sığardı yüreğine Baba'nın.

Babasını çok küçük yaşlarda kaybettiğinden olsa gerek, yetim gördümmü yüreciği erirdi. Karşısında dayanamazdı. Onun için, dünyada hiçbir tutar dalı olmayan bir yetim genç oğlan çocuğu, kızını istettiğinde, iki etmedi. Daha ilerisini yaptı, O'na gerçek babalık yaptı. Öyle bir ilişki oluşturdu ki, aralarında, son nefesinde O'nun adını sayıkladı. Elbette vefaatıyla O'nun da yüreğine ateş düşürdü. O genç bunaldığı zamanlarda, tek cümlesi, "Nerdesin Baba" , oldu.

Ağaç yetiştirdi Baba, bulunduğu yörelerde örneği görülmeyen ağaçlar. Bahçeler oluşturdu. Ağaç yetiştirmenin ibadet olduğunu biliyordu. Kuru bir yerde yaşamadı hiç. Mutlaka çevresi yeşil olmalıydı. Yoksa, kendisi oluştururdu. Şimdi, ebedi uykusunda yemyeşil çam ağaçlarının altında yatıyor olması, bu ağaç sevgisinden olsa gerek. Geride kalan çocukları ve torunları da, iki yanındaki iki küçük çam fidanını sulamaktan geri kalmıyorlar.

Parayla pulla işi olmazdı O'nun. "Dünya malı dünyada kalır", derdi. Kefenin cebi yoktu. Öteki tarafa kimsenin birşey götürdüğü de yoktu. "Ne yaparsan bu dünyada yap, arkandan iyi bir er kişiydi derlerse , işte o zaman gerçek insansın", derdi. Ve öyle ayrıldı bu dünyadan, Baba Süleyman.

Bir kış günü, terki dünya ettiğinde, küçük ilçede, büyük bir kalabalığın omuzlarında gitti son yolculuğuna. Babasını seferberlikte kaybetmesine rağmen, hayatı dolu dolu yaşamasını bildi. Seksenbeş yaşında vefaat etti. Ama oğlu, O'nun yokluğuna dayanamayıp, gecenin üçünde mezarı başında gözyaşı dökmekten geri durmadı, bu yaşta kaybettiği babasının ardından.

Yattığı yerden, huzurlu ve mutlu bakıyordur bu yalan dünyaya. Zira hayat çok kısa ve herşey geçici. Önemli olan, biz bunun fakındamıyız. Geçici dünyada, kalp kırmadan yaşamasını biliyormuyuz, Baba Süleyman gibi.

Ramazan Işık

5 Mayıs 2009 Salı

İLKME YOĞURDU

.
İlkme Yoğurdu Ve Tarhana
.
Son zamanlarda garip bir şekilde eski yaşam şartlarımdan kalanları hatırlamaya başladım.Yaşmı ilerliyor,emeklilik mi başa vurdu,nedense.Daha çok ta çocukluk dönemine ait olan bu olgulardan,şimdiki kuşakların bilmediğini sandığım bazılarını burada anlatmak istiyorum.
.
Çocukluğumda, bizim oralarda tarhana yapılırdı.Tarhana uzun geçen kış günlerinin, vazgeçilmez yemeği idi.Öyle vazgeçilmez ki,hem çorba,hem eğlencelik çerez,hem ıslatılıp yenen pratik aparat.
Anadoluda çok çeşitli tarhana türleri vardır.Bizim tarhana dövme ve yoğurttan yapılır.
.
Tarhana yapmaya başlamak için,çok miktarda yoğurt gerekir.Köy yerinde bu kadar çok miktarda yoğurdu bir iki gün içinde elde etmek mümkün değildir.Onun için yoğurdu biriktirmek gerekir.
Yoğurt biriktirme işlemi ise oldukça ilginçti.Bu iş için öncelikle bir keçi derisine ihtiyaç vardı.Tulum şeklinde yüzülmüş keçi derisinin boğaz bölümü dışında kalan delik kısımlar dikilirdi.Dış kısımdaki kıllar traş edilerek derinin yüzü temizlenirdi.Say şeklinde düzgün bir taş,derinin oturtulacağı zemin olarak hazırlanır,hazırlanan bu deri,boğazı yukarı gelecek şekilde ,kilerde veya evin ocaklık denen bölümünde uygun bir köşeye yerleştirilirdi.
Evdeki sağımlık hayvanlardan elde edilen günlük yoğurt,bu derinin içine dökülürdü.Günler geçtikçe,derinin içi yoğurt dolmaya başlardı.Bu yoğurt biriktirme işlemine İLKME YOĞURDU denirdi.Derinin su geçirme özelliğinden dolayı,yoğurdun acı suyu deriden dışarıya sızardı.Dışarı sızan bu sızıntıya KEF denirdi.Derinin yüzünde oluşan kef,zaman zaman bıçakla sıyrılıp atılırdı.İlkme yoğurdu acı suyu atılmış bir yoğurt olduğundan çok lezzetli olurdu.Görünüş bakımından süzme yoğurt gibiydi.
Derinin içi yoğurtla dolup,yeterince ilkme yoğurdu elde edilince,tarhana yapımına geçilirdi.
.
Büyük kazanlarda haşlanan dövmeler,bol miktarda ilkme yoğurdu ile karıştırılırdı.Yeterince tuz eklenip,mayalanması için savanlar içinde iki gün bekletilirdi.
.
Suyunu çekmiş ve mayalanmış olan yaş tarhana,KAŞŞAK denilen,kamışların yan yana dizilip örülmesinden oluşan sergiye,avuç içinde şekil verilerek serilip kurutulurdu.Kurutma işlemi genellikle dam başlarında yapılırdı.Geceleri damda tarhananın yanında,yıldızları seyrederek yatmak ayrı bir zevkti.
Kuruyan tarhanalar çuvallara konulup,kışın tüketilmek üzere ambarlara kaldırılırdı.
.
Nefis tarhana çorbası vazgeçilmezimdir.Tarhanayı ne yapar eder,her yıl yaparım.Pazarda satılanlar beni kesmez.İlla kendi zevkime göre yapmalıyım.Ama doğaldır ki,eski usullerle yapmıyorum artık.Eski usulle yapmaya kalksan,deriyi nerden bulacaksın,yoğurdu nasıl ilkeceksin.
.
Ama ilkmek istediğim başka şeyler var.Sevgiyi ilkmek istiyorum.Bilgiyi ilkmek istiyorum.İlkme yoğurdu gibi sabırla ve usanmadan.Zaman zaman da kefini alıp atmak istiyorum yaşantıların.Yoksa nasıl çekilir bu hayat.
.
Herkese de tavsiye ederim.Sevgilerinizi,ilkme yoğurdu gibi biriktirin.Kin ve nefretleri ise,kef gibi sıyırıp atın hayatınızdan.

Ramazan Işık

1 Mayıs 2009 Cuma

TANDIR BAŞI SICAKLIĞI

.
Tandır'ı bilenleriniz vardır.Hayatımıza şehir yaşamının girmesiyle,tandır kültürü yok olmaya başladı.Bu yaşam biçiminde yaşamış olanların da nesli tükeniyor.Tandır sohbetleri kaybolup gidiyor.Son nesil kaybolmadan,bu tandır başı sohbetlerinin kayda geçmesi gerek.
.
Yörelere göre değişmekle birlikte,çocukluğumda bir köy ziyaretinde yaşadığım tandır manzarasını anlatacağım.
Köy evinin en geniş odasının en orta yerine,ağız çapı yaklaşık 80 CM,derinliği de yine 80 CM civarında bir silindir çukur kazılırdı.Çukura,en dip kısmından dışarıya kadar bir delik açılırdı.Bu delik tandırın hava alıp,içindekilerin yanmasını sağlıyordu.Bu hava deliğine "Küfle Deliği"denirdi.Böylece tandır tamamlanmış olurdu.
Tandırlı evde yaşamak çok zevkli bir hayattı.
Tandır bir evin merkezini oluştururdu.İçinde ateşler yakılıp,ekmekler,yemekler pişirilirdi.
Özellikle "tandır ekmeği"harika birşeydi.yapısı gereği aylarca bayatlamadan saklanabilirdi.Kendi başına,katık istemeden yenebilen bir lezzeti vardı.Bu arada bilmeyenler için söylemeliyim.Katık,ekmekle beraber yenen yiyeceklere denir.
Bir miktar peynir,bir domates veya salatalık yerine göre ekmeğinizin katığıdır.
.
Tandırda yerine göre,odun,tezek,iri saman yakılırdı.Tezek,hayvan gübresinin su ve samanla karıştırılıp,kalıplara dökülerek kurutulmasından elde edilen bir yakıttır.
.
Yakacaklar yanıp,kömür olduktan sonra,ağzına büyük bir taş kapak kapatılırdı.Üstüne de geniş,yuvarlak bir mitil atılırdı.Mitil çok büyük bir örtü idi.Altına dört yönden girenlerin ayakları birbirine değer değmez olurdu.
Burada mitil'i de açıklamam lazım.Evlerde işe yaramaz hale gelmiş bez parçaları birleştirerek,yorgana benzer bir örtü oluşturulurdu.Bu örtüye mitil denirdi.Mitilin altına,ev halkından özellikle çocuklar her yönden sokulurdu.Dışarda kar ve tipi,içerde mitilin altında,tandırdan gelen sıcaklık ve sohbet.Ablaların ve ağabeylerin konuşmaları ninni gibi gelirdi,bu mitil altı sokulmalarda.Bu konuşmaların arasında ne zaman uyuduğunuzun farkına varamazdınız.
.
Soğuk kış günlerinde tandırın başında toplanırdık.Yaşlı nineler masal anlatırdı.Çocukar bir türlü uslu durmazdı.Birbirini gıdıklayanmı dersin,kikirdeyenmi dersin.Ama herşeye rağmen o nineler,sabırla masallarını anlatmaya devam ederlerdi.
.
Şimdi yıllar sonra çocukluğumu,tandırda altına sokulduğum mitili ve masalcı Kete Ana'yı(nine) özlüyorum.

Raazan Işık