28 Şubat 2010 Pazar

GİRERKEN HAN KAPISI,ÇIKARKEN İĞNE YURDUSU

Günümüzde yaşanan olayları gözledikçe, eskiden yaşanmış acılarla dolu hayatları, hatırlamadan edemiyor insan.


Bu konu ile ilgili olarak, şimdi rahmetli olmuş olan bir büyüğümün anlattıklarından bir yaşanmışlık aktarmak istiyorum ;

Zamanında devlet memuru olarak, bir ilçede çalışıyorduk. Arada bir, arkadaş gruplarımızla sohbetler yapardık, herkesin yaptığı gibi. Bu toplantılardan birinde , o zamanki iktidarın uygulamaları ve yanlışları üzerine tartışmalar yaptık. Tansiyon biraz yükseldi. Ben de haksızlığa tahammül edemeyen bir insan olduğum için, yüksek sesle, iktidarın yanlışlarını eleştirdim. O dönemler, herkesin düşüncelerini orta yere koyamadığı dönemlerdi. Şimdi nasıl insanlar düşüncelerini açıklamaktan, korkuyorsa, o zamanlar da öyleydi. En ufak bir eleştiride soluğu nerede alacağınız belli olmazdı. Bir devlet memuru olarak, en hafif ceza ise, kenarda köşede kalmış bir ilçeye sürgüne gönderilmekti.

Bizim ceza sürgünle falan kurtulacak gibi değilmiş ki, sürgüne ek olarak, hakkımızda dava açıldı. Birkaç ay sorgusuz sualsiz yattıktan sonra, ilk mahkemeye çıktım. Hakim bana acımıklı bir ifadeyle baktıktan sonra; "oğlum, sen bu ilçede davaya devam edersen, çok zarar göreceksin, davanı büyük ilçedeki ağır ceza mahkemesine aktarıyorum" , dedi. Böylece davanın boyutları değişti. Davam ağır ceza mahkemesinde görülmeye başlandı. Sanırsınız bir sürü adam öldürdüm. Yaptığım şey, iktidarın yanlış gördüğüm uygulamalarını yüksek sesle eleştirmek, o kadar. Dava büyük ilçeye aktarıldıktan sonra, sürgit duruşmalar yapıldı. Dokuz ay içerde kaldım. Suçsuz olduğuma karar verildi, beraat ettim. Haksız yere dokuz ayım gitti hayatımdan.

Aslında o hakim haklıydı. Eğer o ilçede dava devam etseydi, siyasi baskılarla , çok daha uzun sürecek bir süreç yaşayabilirdim. Gene de ucuz kurtulmuş sayılabilirdim.


Bu acıyı hiç unutamadım. Çocuklarımın çektiği üzüntü, sıkıntı, yokluk ise cabası.


Sözünü, aman evladım, siz siz olun nerede ne konuştuğunuza dikkat edin, haksızlıkları dile getirmekten çekinmeyin ama kişisel haklarınızı, çoluk çocuğunuzun geleceğini de sıkıntıya sokacak işlere bulaşmayın dedi.


"Hapishane kapısı, girerken han kapısı, çıkarken iğne yurdusu", 'dur, diye sözlerini tamamladı.


Başımıza nelerin gelebileceğini önceden kestiremiyoruz. Çok yakınım iki insan, sonucu belli olmayan tutukluluk halleriyle, yukarıda anlattığım anekdota benzer bir süreci yaşıyor bu günlerde. Birisi sekiz ayı geçkindir tutuklu olarak mahkeme olmayı bekliyor, birisi ise mahkeme mahkeme öteleniyor, yedi aydır tutuklu. Sonuçlar ortaya çıktığında büyük ihtimalle beraat edecekler, ama hayatlarından uzun sayılabilecek bu zamanlar çalınmış olacak.
Bu zulümdür. İnsanlar hakim karşısına çıkabilirler. Ama insan öldürmemiş, sıradan bir olay , kaçma ihtimali sıfır. Çünki yaşayabilecekleri başka bir vatan yok. Birileri gibi okyanus ötesinde, köşkler, saraylar tahsis edilmiş insanlar değil. İstediklerinde devlet görevlilerinin elleriyle koymuş gibi bulabilecekleri insanlar bunlar. Bu durumdaki vatandaşlarını hapishanelere tıkıp, kendilerini savunamaz hale getirip, hayatlarını karartmanın neresi adalet. Yargıysa yargı. Yargılayın insanları. Eğer suçluysa, hüküm, ceza yönündeyse, verin ceza hükümlerini, alın içeri, cezalarını çeksinler. Ama daha ne olacağı belli olmayan suçlamalarla insanları içeri alıp, aylarca, yargılama bile başlamadan bu insanları içerde tutmanın hukuk, adalet ve yargı ile ilgili olmadığını düşünüyorum.

Bugünlerde ülkemizde yaşananlara baktığımızda, bunu daha iyi görüyoruz.

...Ramazan Işık


EK: Bu yakınlarımdan birisi, onbir ay tutuklu kaldığı cezaevinden, ilk celsede, 3 nisan sabaha karşı saat 4.00 itibariyle tutkluluk halinin kaldırılmasına karar verilerek serbest kaldı. Suçsuz günahsız 11 ayı hayatından çalındı.
Diliyorum ve umuyorum ki, diğer yakınım da onun gibi serbest bırakılacak. Çünki suçsuz olduklarını biliyorum.


iğne yurdusu:iğne deliği

15 Şubat 2010 Pazartesi

TEK TASAM BU OLSA


foto-serdar ışık
Beytepe/Ankara



Bazan çok kişiden, şöyle konuşmaların benzerlerini duymuşuzdur.



Dağda bir çoban olsaydım,elimde kaval,sırtımda kepeneğim.Önümde bir sürü koyun,yanımda iki kangal köpeği,televizyon,gazete,cep telefonu yok.Blogları da göremiyorsun tabii.




Amacım sürüye güzel bir otlak bulmak.Karınlarını doyurunca, bir kaynak suyunun yalağından sulamak.Sürü suyunu içtikten sonra, pınarın başındaki çayıra salıp onları,bende kana kana o kaynak suyundan içsem.



Tek tasam, sürü için lazım olan birkaç kilo tuz olurdu.



Sizi yürekten delen gözler ve sözler olmazdı orda. Haliyle sinir hücrelerimizde yerli yerinde dururdu.Şimdi yaşadığımız bu dünyada hücrelerin yerinde durması mümkün mü.


Sanmıyorum.



Keşke demeyi pek sevmem ama, keşke bu dünyaya daha geniş bakıp,yeryüzünün her derdini çözmek gibi bir misyon üstlenmeye çalışmasak.


Tek tasamız, sürü için lazım olan birkaç kilo tuz olsaydı.







Ramazan Işık






Blog arkadaşım,yansımalar/ebruli'nin 15 şub 2010 tarihliyazısından ilhamla.http://anka-yansimalar.blogspot.com/

12 Şubat 2010 Cuma

NE KADAR YAKINIZ

Melikgazi Türbesi-Pınarbaşı-Kayseri












     Ekmek almak için bakkala indim. Dükkanda şu anda çalışmakta olan kişi, aynı zamanda bu yıl lise son sınıfta okuyan bir gençti. Bu dükkan, karşı komşumun çocukları için açmış olduğu bir iş yeri. İki kardeş dönüşümlü olarak çalıştırıyorlar.
    Adamcağız, bu günün zor ekonomik koşulları içinde, çocuklarım namerde muhtaç olmasın diye böylesi bir iş ortamı oluşturmuş. Okuyan okusun, okumayan buradan bir ekmek kazansın düşüncesiyle. Yıllar içinde de sağlığını yitirmiş, akciğer kanseri olmuş. Ameliyatlardan sonra haftalık, aylık kontrolleri oluyor. Evvelki gün asansörde karşılaşmıştım. Yine rutin kontrollerinden birine gidiyordu. Hal hatır sordum. Halleştik biraz.
Dükkana bir gün önceki bu bilgilerle girince, aklıma babası geldi.  "Baban nasıl, dün kontrolü vardı, sonuç iyidir umarım", dedim. Genç yüzüme baktı, "bilmiyorum amca, hiç sormadım ", dedi. Kalakaldım öylece. Ekmeği alırken,  bu durumda bu genci kırmadan ne demeliyim diye bir süre kendi kendime düşündüm.
Aynı evde yaşayıp, babasının en sıkıntılı zamanlarında O'nun bu durumundan habersiz yaşamak nasıl olabiliyordu. Üstelik bu gençler çocuk denecek yaşlarda değiller. Liseyi bitimekte olan, kendisine bir iş yeri emanet edilmiş, esnaflık da yapan, dünyayı tanıması için hayatın içinde olan bu gençler nasıl bu kadar duyarsız olabiliyorlardı, bir türlü anlam veremedim.
"Bak sevgili yavrum", dedim. "Babalar hayatta bir kere var olurlar, gittikleri zaman da ne kadar ararsan ara bulamazsın. Bugün gençliğin verdiği eksiklikle belki durumun farkında olmayabilirsin ama, babalar çok kıymetlidir. Eve gidince babanın boynuna sarıl. Babacığım kontrolün vardı nasıl oldun, nasılsın de.Yanaklarından öp. Sımsıcak kucakla onu. Zira bir daha sarılma fırsatın çok az kalmış olabilir", dedim.
Gencin ne demek istediğimi tam olarak anlayıp anlamadığından emin değilim. Bana bakışlarından durumun önemini çok da kavramışa benzemiyordu.
      Umarım ki dikkat çekmek istediğim noktayı anlamış olsun. Anlamamışsa eğer, yarın çok geç olabilir. O zaman da dizlerine ne kadar vursa boşunadır.
     Bize can kadar yakın olması gerekenlerin dertlerini anlayıp, paylaşalım.Yaşamak paylaşmaktır. Yoksa insan olmamızın bir anlamı kalmaz.

    Çok yakınımızda olan insanlara, acaba ne kadar yakınız.

    Ramazan Işık


http://rmazan.blogspot.com/2013/06/o-artik-cok-uzaklarda.html?showComment=1371380490933#c868492818540670637

11 Şubat 2010 Perşembe

İŞİTMEMEK (KİM ENGELLİ)



     Neyi işitmemek. Öncelikle sorulması gereken soru bu.
Bence, duyu organlarının anlamlandırılması insanlara göre değişir. Bu konuya nereden baktığınıza bağlı. Derler ya; bazen insan "yanında davul çalsa duymaz da, sevdiği insanın fısıltısını duyar". Yanındaki, gözünün önündeki kocaman cisimleri görmez de, çok uzaklardaki sevdiği bir küçük parçayı seçiverir. İşitmemek de öylesine bir şeydir işte. Eğer içinizde bazı şeyleri duyuyorsanız, illa da işiten kulak gerekmez.

         Bir anekdot anlatmak isterim burada. Toroslarda bir ilçede görev yapıyordum. Zaman zaman, Çınaraltı Çay Bahçesi'ne giderdik. Gitmekte olduğum Çınaraltı Çay Bahçesi'ne daha çok öğretmen, memur ve bunların emeklileri takılıyordu. İlçede yaşayan bir grup işitme engelli vatandaş da bu çay bahçesine geliyordu.  Bu mekana geliş sebepleri, öyle sanıyorum ki, bu çay bahçesinde başka mekanlara göre daha rahat ettiklerindendi. Zira burada, çoğunluğu eğitimci olan insanlar,onların bu farklılıklarını sevgiyle karşılıyor ve onlardan pek çok şey öğreniyorduk.

           Bir gün mekanda oturup sohbet ederken, işitme engelli arkadaşların çok heyecanlı biçimde el işaretleri ile konuştuklarını gördüm. Hatırladığım kadarıyla, üç ayrı masada, birbirinden uzak köşelerde oturan üç grup insandı. Çokca işaretleşmelerden sonra, bu birbirine uzak masalarda bulunan üç ayrı insan grubu, aynı anda katılırcasına ve kahkahalarla gülmeye başladı. Bizler onlara baktığımız halde, konuyu anlayamamıştık. Konuyu anlamadığımız için de, onların neşesine ortak olamamıştık. Onların anlaşmalarından kaynaklanan şaşkınlıkla, sadece tebessüm edebildik.

       Orada anladım ki BİZDE BİR ENGEL VARDI. O anda asıl engelli olan bizdik. O gün kafama koydum ki, bendeki bu engeli kaldırmalıyım. Onları anlamalıyım ve bu insanlara bir faydam dokunmalı.

       Yakın akrabalarımda işitme engelli insanlar görmedim, ama onları ağabeyim, kardeşim veya çocuğum gibi hissetmeye başladım. Yıllar geçip İl merkezine okul müdürü olarak görev alınca, ilk işim okulumda bir İŞİTME ENGELLİLER SINIFI açma çabasına girişmek oldu. Uzun uğraşlardan ve bir sürü bürokratik engelleri aştıktan sonra, bu özel sınıfı açtım. Bu konuda yetiştirilmiş branş öğretmeni arkadaşlardan, işitme engelliler öğretmeni atamasını yaptırdım. Sınıfın fiziki ortamını da, öğretmen arkadaşlarımın, velilerin ve çevre esnaf ve duyarlı vatandaşların desteği ile normal sınıfların imreneceği düzeye getirdik.
Yıllar içinde bu sınıftan onlarca öğrenci okuma yazmayı öğrendi. Dudaktan okuma yolu ile konuşulanları anlayan, lise ve yükseköğrenime hazırlanmış gençler olarak yetişti.

      Onların bir kısmı ile, daha sonraki hayatlarında da görüşmeye devam ediyorum. Evlilik törenlerine katıldıklarım oldu. Hatta bir öğrencimin de çocuğunu sevme şansını elde ettim.

      Emekli bir öğretmen olarak, geriye dönüp baktığımda, yaptığım işin ne kadar güzel bir iş olduğunu gördüm. Hayatta her şeyin para olmadığını, mutlulukların aslında yakınımızda ve yanıbaşımızda olduğunu kavradım. Mutluluğu yakalamak için biraz üretim, biraz çaba harcamak gerekli olduğunu gördüm. Burada vurgulanmak istenen üretim elbette fabrikasyon bir üretim değil, insan boyutu olan, SEVGİ ÜRETİMİ.

       Sevgiyi üretir çoğaltırsak, sorunlarımızın çoğunu aşarız. Özellikle bugünlerde buna çok ihtiyacımız var.
Onlardan çok şey öğrendim, öğrenmeye de devam ediyorum.

      Umarım ki her insan kendi engelini görsün.

Ramazan IŞIK

8 Şubat 2010 Pazartesi

KARŞILAŞMA

...Elli yaşlarındaki kadın, iki buçuk yaşlarındaki torununun elinden tuttuğu gibi, evin kapısından dışarı fırladı. Elinden tuttuğu torununun annesi, bu çocuğu görmek üzere, köylerine doğru geliyordu. Bu imkansızdı. Bu çocuğu görmeye hakkı yoktu.

...Bebeğin babası öldüğünde,bu çocuk daha yirmi beş günlüktü. Altı aylık olunca da, bırakıp gitmişti. O'na bu çocuğu nasıl gösterebilirdi. Bunu nasıl isterdi kendisinden.


...Aslında, çocuğun annesi, kendi öz yeğeniydi de... Ama olsun, bu düşüncelerini değiştirmezdi.
Çocuğu kaptığı gibi, Yusuflar Köyü'nün yolunu tuttu. Ordaki görümcesinin yanına gidecek, çocuğu annesine göstermeyecekti. Sinirden dizleri titriyor, yolda nasıl yürüyebildiğini, kendisi de bilmiyordu. İki saati aşan bir yürüyüşten sonra, Yusuflar Köyü'ne vardılar. Hal hatır soruldu. Oradakiler , "Musa emmi nasıl", dediler.
Kadın, "iyidir" dedi, "Daha doğrusu, gelirken O'nu görmedim, sinirle evden çıkıp, buraya geldim".
...Görümcesi de, kendisi gibi, yaşını başını almış bir kadındı. Hapba Bibi'nin yüzüne merakla baktı... "Yani, Musa Ağamın buraya geldiğinizden haberi yokmu", dedi. Hapba Bibi, "Hayır, onu görmeden evden çıkıp geldim. Görümce, "Neden", diye sordu. "Bizim gelin babasının yanına, aşağıdaki Kızıldere Köyüne gelmiş, bebeyi görmeye gelecekmiş bizim köye, ben de aldım buraya geldim, niye görecekmiş, ne hakkı varmış", dedi. Oradakiler donup kaldılar!!!

...Hapba Bibi'yi iyi tanırlardı. Böyle bir vicdansızlığı yapacak kadın değildi. Ama neden yapıyordu bunu acaba. Görümce dayanamadı, sordu, "Hapba, neden yapıyorsun bunu, günah değilmi, bir çocuk annesine gösterilmez mi", dedi. Hapba durakaldı, düşündü, ama sinirle ters cevap vermekten geri kalmadı.
"Bu yavruyu altı aylıkken bırakıp, başka kocaya gitmedi mi", dedi.
Görümce gürledi; "Allahtan kork !", dedi, "O kız daha sabi, şu anda bile yaşı onaltı, yada on yedi, sana gelin geldiğinde on dördünde bile yoktu, kendisi mi istedi oralara, babası yaşında adama gelin gitmeyi, bilmiyormusun, onun ne hükmü vardı bu olaylarda. Babası alıp vermedi mi, taa başka ilçelere gelin olarak", dedi.

...Hapba, aslında bunları çok iyi biliyordu. Ama ana yüreği, oğlunun ölümünü, aynı zamanda yeğeni olan gelininin, başka ellere gitmesini bir türlü kabullenememiş, isyanlara girmişti işte. Bir türlü bu olanları hazmedemiyor, içine sindiremiyordu. Oğlunun, daha on dokuz yaşında, askerliğini bile yapmadan ölmesi, dayanılacak gibi değildi. O acıyı daha fazla yaşamak için, içine içlik olarak, keçi kılından yapılmış fanilalar giyip, kendisine eziyet ediyordu. Arkasından çok sevdiği gelininin, yetim kalan torununun annesinin, evden çıkarılması, acıların katmerlisi olmuştu. O anda bu ayrılığın kim tarafından hazırlandığı önemlimiydi sanki. Gitmişti ya işte. Hele gelinin gitmesine sebep olan, Altıparmak Köyü'nden Suna'nın Ali var ya... O'na ne desindi bilmemki. Bu gelini öteki ilçede, babası yaşında bir adama vermişlerdi. Bu işe de Suna'nın Ali ön ayak olmuştu. Aslında bu kızın dayısının oğlu olurdu Ali, ama, neden yaptı böyle bir işi bilinmezdi. Onun için, Ali'ye hep beddua ederdi.

...Hapba, tüm bunları düşündü bir anda. Her şeye rağmen göstermeyecekti bu yavruyu annesine. Oradakiler ne diyeceklerini şaşırdılar. Doğrusu bu çok büyük bir haksızlıktı. Ama, Hapba evlerinin üstünde olduğundan, daha fazla ısrar edemediler. Hapba çocukla birlikte birkaç gün Yusuflar Köyünde kaldı.



...Gelin, Kızıldereye geldiğinde köylülerden, Hapba Bibisinin bebesini alıp başka köye gittiğini duymuştu. Birkaç gün Kızıldere de kaldıktan sonra, çaresiz, gözleri yaşlı, evinin yolunu tuttu.

...Gelininin Kızıldere Köyünden tekrar evine gittiğini duyan Hapba, bebeyi de alıp kendi köyü olan Karabaşlı'ya döndü. Ama, bu arada da görümcesinin sözleri kafasını kurcalıyordu;
"Allahtan kork, O kız daha sabi, şu anda bile yaşı onaltı, yada on yedi, sana gelin geldiğinde on dördünde bile yoktu, kendisi mi istedi oralara, babası yaşında adama gelin gitmeyi, bilmiyormusun, O'nun ne hükmü vardı bu olaylarda. Babası alıp vermedi mi,taa başka ilçelere gelin olarak".

...Komşu köyler, Melikgazi ve Kalaycı'daki insanlar da olayı duymuşlar, her iki köyün aklı yeten insanlarından, biraz da okumuş yazmış, dini bilgilerine güvenilen insanlar, Hapba'ya, "bu yaptığının doğru olmadığını, bu bebeyi annesine göstermezse öteki dünyada yatacak yer bulamayacağını", söylediler.

...Gerek görümcesinin lafları, gerekse komşu köylerden ileri gelen insanların öğütleri ve tabii bu arada kendi vicdanı da, yeğeni de olan gelinine ve bu bebeye yaptığının yanlış olduğu kanaatine vardı. Düşündü, taşındı, ne yapabilirdi şimdi. Kocası Musa da bu işe kızmıştı aslında. Ama söz geçirememişti, Hapba'ya.

...Aradan uzunca bir zaman geçti. Yaptığı bu davranış, içinde büyümeye başladı. Gitti, kocası Musa'ya sordu. "Şimdi ben ne yapayım", diye. Musa Emmi, aklı başında, çevresinde çok sevilen bir insandı. Şimdiye kadar kalp kırdığı görülmemişti. Bu olaya da çok üzülmüştü.

..."Hemen"dedi, Musa Emmi, "hemen al götür bu yavruyu annesine, götür göster".

..."Olur mu", dedi Hapba. Musa, "neden olmasın, hem de çok güzel olur", dedi.

...Hatasını anlayan Hapba, hazırlığını yaptı. Bebenin üstünü başını düzenledi. Karınca kararınca bazı hediyeler hazırlayıp, öteki ilçeye doğru yola koyuldu. İlçeye yakın bir köyde oturuyordu gelin. Köy yüksek bir araziye kurulmuştu. Köyün girişi de, üst taraftandı. Bahçeler ve ağaçlar arasından geçilerek varılan köyün girişi, harman yerinden başlıyordu. Hemen arkasında, köy çeşmesi vardı. Torunu oğlan çocuğunu elinten tutup, köyün girişinden, köye doğru yöneldiler. Ordan bir köylüye, "Kete Mehmet'in, Zülbiye'nin evi nere", diye sordu Hapba. "İşte hemen şu ev", dedi köylü. Ama o arada da seslendi, "Zülbiyeee misafirin geliyoooor", diye. Bu arada harman yerinde iki yaşlarında bir kız çocuğu oynuyordu. Kafasını kaldırdı, gelenlere baktı uzaktan. Oyunu bıraktı, dikkat kesildi. Hapbanın elindeki üç buçuk dört yaşlarındaki oğlan çocuğu da kıza bakıyordu. Daha önce birbirlerini hiç görmemiş olan bu iki çocuk, harman yerinde birbirlerine doğru yürümeye , daha sonra da koşmaya başladılar. Birbirlerine öylesine sarıldılar ki, sözle anlatılamaz. Köylülerden manzarayı görenler ve durumu kavrayanlar ağlamaya başladı. Zira birbirlerini hiç görüp, tanımamış bu iki çocuk kardeşti. Bir refleksle, birbirlerine doğru koşmuşlar ve olanca güçleriyle birbirlerine sarılmışlardı.

...Zülfi evden çıktı, gözlerine inanamıyordu. Bu olamazdı, Hapba bibisi, oğlu ile beraber karşısındaydı ve kızı ile oğlu birbirlerine sarmaş dolaş olmuşlardı. Bu bir mucizeydi. Ellerini havaya kaldırdı,"yarabbi, sana çok şükür", diyerek ağlamaya başladı.

...Köylüler başlarına toplandı, birbirlerine bağırıyorlardı, "Zülbiyenin oğlu gelmiiişşş". Sarılmalar, ağlaşmalar çevreyi inletti.

...Eve geçtiler. Zülbiye sevinçten ne yapacağını şaşırdı. Girip çıkıp oğluna sarılıyor, hasret gideriyordu. Büyük acılardan sonra, bu güzelliği yaşamayı nasip ettiği için, Allaha tekrar tekrar dua etti .

...Hapba yeğeninin yanında birkaçgün kalıp, onların hasretini dindirdikten sonra, bebeyi de alıp köyüne döndü. Bundan sonra da arayı fazla uzatmadan, zaman zaman torununu annesine ve kardeşine götürdü.

Ramazan Işık

bibi-hala

5 Şubat 2010 Cuma

BURDAN BAKINCA

.
..
...



O,sevgi ateşi.

Aşkın körüğü.

Atın yelesinde şefkatli el,
Kuşun gagasında tel,
Anadolumda coşkuyla akan
Bir derede sel O.

İğde çiçeğinin kokusu,
Bal arısının taşıdığı polen,
Tan vakti doğan güneş,
Sırtımı dayadığım kardeş O.

O gelecek.
Umut O.






Ramazan Işık

4 Şubat 2010 Perşembe

BİR ZAMANLAR KAHVEHANEDE


foto-yasemin tangören


Eskiden kahvehaneye giderdim .Bulursam bir briç karesi kurmak,briç karesi oluşturamazsak batak oynarız,o da olmadı okeyle az zaman geçirip, biraz sohbet ederiz.O da olmadı bir tavlacı bulunurdu kahvehanelerde.Bazan bir köşede satranç oynadığımız da olur ya.Her zaman satranç oyuncusu bulunmaz.Aynı domino gibi.Domino da belli kahvelerde oynanır.Her yerde bulamazsın.Domino hastası olanlar,domino oynanan kahvehaneleri bulmak zorundadır.Zira domino oynayanlar gürültücü olur.Briç oynayanlar da biraz öyledir.Bu oyunlar eşli oyunlardır.Eşler birbirine uyum sağlayamazlarsa,yanlış deklare(okuma)yaparlarsa eşlerinden azar işitirler.Bazan bu azarlarda doz kaçar.Kahvedeki diğer insanları rahatsız edecek boyutlara ulaşır.Hele öyle insanlar vardır ki,yenilmeye hiç tahammül edemezler.Yenildiklerinde de suçlu her zaman karşısındaki eşidir.O yanlış okumuş,onun için oyunu kaybetmişlerdir.Kendilerinde hiç kabahat olmaz.

Bazı günler sırf onları kızdırmak ve bu kızgınlıklarından doğan çabalarını izlemek için kahveye gittiğimiz olurdu.Bu insanların masasında,oyuncu sayısından fazla seyirci olur.Dört kişilik oyun masasında bazan sekiz kişiye varan seyirci kitleleri oluşur.Çekişmeli geçen bu oyunların sonunda,eşler arasında kalp kırıcı konuşmalara varan tartışmalar olur.Seyreyle gümbürtüyü.Bütün kahve onların kavgalarını izler.Herkes bundan da ayrı bir zevk duyar.O günün eğlencesi olur,hatta ertesi gün dünden kalan oyunların tartışmaları yapılır.Öyle hastaları vardır.

Oyunlarda çoğu zaman yenilen taraf, masada içilen tüm içeceklerin parasını öder.Seyircilerin içtikleri buna dahildir.Nadir olarak,oyun bitiminde herkesin kendi içtiğini ödediği gruplar da vardır.Bunlar kendilerini bilirler,bunlar arasında bu konuda oyun başında sessiz bir anlaşma oluşmuştur.Kahvehanede kesinlikle paralı oyun oynanmaz.

Aslında bizim uğradığımız kahvehane, biraz eskinin kıraathanesini(okuma evi) andırıyordu.O zaman günlük gazeteleri bulabilirdiniz, okumak için.Sohbet te ayrı bir zevklidir kahvehanelerde.Memleket meseleleri en ince ayrıntısına kadar konuşulur,iktidarlar devrilir,hükümetler kurulur.Ev hali dertleşmeleri yapılır.Herkes kendine göre bir kafa dengi bulur orda.Kimisi siyasi görüşüne göre,kimisi köyüne,ilçesine göre,kimisi de dertlerine göre gruplaşır kahvede.

Çok oluyor kahveye gitmeyeli.Gençtim daha,"artık kahve yok"dediğim yıl.Neden bu kararı aldığımı dün gibi hatırlıyorum.Oyun kareleri oluşturduğumuz,insan olarak da çok sevdiğim bir arkadaş vardı.Yaşı bizden çok fazlaydı.Bu ileri yaşına rağmen kahvede bize eşlik ediyor,oyun karelerimize giriyordu.Her oyundan da anlıyordu.Hangi kareyi oluşturacak olsak, o dörtlünün içindeydi.Hoş sohbet de bir adamcağızdı.Ama hastaydı.Elinde sürekli taşıdığı bir fıs fıs la, nefes almakta zorlandıkça masanın yan tarafına dönüp, bu ilacı burnuna sıkıyor,birazcık nefes alıyordu.O yıllar kahvelerde sigara içilen yıllardı.Biraz nefesi açılınca da, bir dal sigara yakıp tüttürmeye başlıyordu.Hayatında hiç sigara içmemiş olan ben, bu durumdan çok rahatsız oluyor,yaşça oldukça büyük olan bu arkadaşa birşey de diyemiyordum.
Birgün, iş çıkışı kahveye uğradım.Yine bu arkadaşımızın sağlık problemlerini gözlemlemeye başladım.Bir saat kadar zaman geçirdim kahvede.Kendi kendime bir muhasebe yaptım.Kendimle konuştum ;"Emmoğlu,sen bu duruma razı değilsin.Adam nefes alamıyor,azıcık nefes alabilmek için nefes açıcı ilaç kullanıyor,nefesi açılınca dönüyor sigaraya sarılıyor.Sen de bu duruma çözüm bulamıyorsun.Zira adam söz dinlemiyor.O zaman senin burada ne işin var.Bu günden sonra kahve yok"dedim kendi kendime.Zaten birkaç yıl ara ara gittiğim olmuştu.Çok sık da gitmiyordum aslında.Bu günden sonra da hiç gitmeyeceğim dedim kendi kendime.

Ertesi gün,daha ertesi gün kahve yok.Hayatımdan çıkardım kahveye gitmeyi.
Eşim soruyor,hayırdır akşamları eve erken geliyorsun,bir durum mu oldu.
"Kahvehane alışkanlığını hayatımdan çıkardım",dedim eşime.O mutlu oluyor elbette bu durumdan.
Zaman insan hayatında çok şeyi değiştiriyor.Dün yaptıklarımızın bazısını bugün yapmıyoruz.Yapmayı aklımızdan bile geçirmediklerimizin ise tiryakisi oluyoruz.Şu an blogda yazı yazmakta olduğumuz gibi.

Ramazan Işık

1 Şubat 2010 Pazartesi

ANADOLUDA BİR AĞAÇ ALTI


Anadoluda bir ağaç altı.
Ağaç altında iki metrekarelik bir alan.
 Bütün hikaye bu.
Geçmiş, gelecek hepsi, Anadolu'da bir ağaç altında iki metrekarelik bir alan.
Bu topraklardan azıcık nasiplenmiş her insanın hedefi, hayali,
 Anadolu'da bir ağaç altında iki metrekarelik alan.

Atatürk'ün tüm mücadelesi;
 Anadoluyu düşman işgalinden kurtarıp, üstünde bir devlet kurmak olarak özetlenebilir.
Sonuçta O da Anadolunun bağrında, iki metrekarelik alanda sonsuzluk yolculuğunda.

 Nazım Hikmet'in hayatı bilinir, sanatı da.
 Hayatını incelediğimizde, o kadar çabanın geldiği son nokta,
 Anadolu'da bir köy mezarlığına gömülmek.
 "Vasiyet" adlı şiirinde bunu yazmış.
 Mezarının Anadolu'ya getirilmesi tartışmaları, konunun ne kadar önemli olduğunu gösteriyor.

Hüsyin Nihal Atsız, Anadolu'nun ne kadar vatan olduğunu, kimseye terk edilemiyeceğini
 "Davetiye" adlı şiirinde Mussoliniye seslenirken şöyle anlatır;
 "Dirilerek başınıza geçse de Sezar
 Yine olur Anadolu size bir mezar."
 O da Anadolunun bağrında sonsuz uykusunda.


Cem Karaca; 12 Eylül Askeri Darbesinin ardından yurt dışına gittiğinde, vatan diye meleşti. Dönüşte, bu toprakların dünyadaki hiçbir yerle karşılaştırılamıyacağını anlattı. Sonuçta O'nun da Anadolu'da iki metrekarelik bir toprakta yatmaktan büyük huzur ve mutluluk duyduğunu biliyoruz.


Neşet Ertaş; Anadolu topraklarına özlemini ve ayrı kalmışlığın sitemini
 "Canım benim anadolu, Gideyim mi senden gayri" dizesiyle ne kadar veciz seslendiriyor. Biliyorum ki bir gün emri hak vaki olduğunda ,O da Anadolu'nun bağrında bir ağaç altında yatmak istiyordur.

Anadolu aşığı insanlar bitmez.

 Ö.Bedrettin Uşaklı;
 "Ruhuma bir çamın şebnemi damlar" dizesiyle bu toprakların sevdsını dile getiriyor.

 Abdurrahim Karakoç;
 "ANADOLUDA BAHAR" şiirinde
 "İlkbaharı geldi Anadolu'nun,
 Silifke'de çiçek açtı nar şimdi", diyor. Bunu yazarken de ruhunun bu topraklarda dinlenebileceği mesajını veriyor.

 Bayram Tunca;
 "En iyi martılar çıkarıyordu Anadolu’nun tadını "diyerek, Anadolu'nun tadını çıkaramamaktan yakınıyordu.

 Yunus Emre; kökü Anadolu topraklarında büyük bir çınar. Anadolu'dan aldığı kültür ve sevgiyi Dünyaya yaymış.
 Anadolu'nun tam ortasında Eskişehir'de huzura erdi.

 Hacı Bektaş-ı Veli bir başka ulu çınarımız. Anadolu'nun bağrında dallanıp budaklanmış, mühür gibi Anadolu'nun tam ortasından "eline, diline, beline sahip ol" diyerek dünyaya ışık saçıyor.

 Saymakla biter mi Anadolu sevdalıları.
 Kutalmış oğlu Süleyman şah, şair Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu'nun dilinden;
 "Göz koydum Anadolu'ya
 Sevdikçe döndüm deliye,
 Bir tan vakti Kayseri'ye,
 Muştusunu saldım arşın" diyor. O da Anadolu'yu vatan yapmak için bir ömür harcamış.

 Bendeniz; "Temmuzda Eciyeste kar olsam", dedim. Anadolu sevgimi dile getirmek için, "Erciyeste Kar Olsam", adlı şiirimde. Bir de vasiyetim oldu benden sonrakilere, "Anadolu'da iki metrekarelik alana koyduktan sonra beni, mümkünse baş ucuma bir de iğde ağacı dikiniz".

 Bu topraklar anadır, yardır.
 Kara sevdadır bu topraklar.
 Bu topraklar Anadolu.
 Ve amaç, Anadolu'da iki metrekarelik alan.

Ramazan Işık