29 Nisan 2009 Çarşamba

GEVREĞİNİ İÇİNE DÜR


Bilenler bilir, bazı bölgelerimizdeki köy yerlerinde yufka ekmek yapılır. Çocukluğunda bu ekmekle büyümüş olanlar, bir türlü bu ekmekten vaz geçemezler. Nerede olursa olsun arayıp bulup yemek isterler.
Bu ekmeğin tadına doyulmaz. Çeşitli özellikleri vardır. Özellikle ve öncelikle adından da anlaşılacağı üzere yufka olduğu için dürüm yapmaya elverişlidir. Dürüm yapılarak yenmesi gereken yiyecekler için birebirdir.
.

Yufka ekmek, amur çok ince açıldıktan sonra büyük sac üzeride pişirilerek yapılır. Pişirilen çok miktarda yufka üst üste dizilip kurumaya bırakılır. Kurumuş yufkalar bu hali ile uzun zaman bekleyebilir. Birkaç ay ihtiyacı karşılayacak ekmek bir seferde pişirilir. Bez bohçaların içine konup yüksekce yerlerde bekletilir. İhtiyaç kadarı sulanıp, yumuşatıldıktan sonra yenir. Bu sulama işlemi şöyle yapılır. Yufka ekmekler birer birer alınır. Sofra bezi denen geniş bir bez içine konur. Avuç içine alınan bir miktar su, bezin içine konan her yufkanın üstüne serpilir. Su serpildikten sonra bezin kenarları ekmeklerin üstüne örtülür. Bir süre bekleyen ekmekler, yumuşayarak yenecek hale gelir.
.
Yufka ekmeğin kenarları, sulandıktan sonra bile biraz kuru olur. Bunu da çözmek için dört kenarını içine gelecek şekilde katlanır. Tekrar onlarıda içine katlayınca kenarların kuru yerleri yumuşar. Dört yufka bir araya getirildiğinde buna "Bir büküm ekmek" denir.
.
Yufkayı yerken daha kolay olsun ve kırılmasın diye gevrek kısımlarını içine dürerek yersin ki, dökülmesin. Ne kadar sulanırsa sulansın, kenarlarında bir miktar kuruluk kalan yufkayı kırmadan yemek ve zayi etmemek için gevreğini içine dürmek gerek.
Bu gerçeklikten yola çıkılarak, halk arasında oluşan bazı sıkıntılı durumları çözmek için ve insanlar arasındaki ilişkilerdeki bozuklukları düzeltmek ve hoşgörü ortamını yakalamak amacıyla daha çok yaşca büyük olanlar "gevreğini içine dür" der. Aralarında problem olan kişilere "eeeee fazla uzatmayın, gevreğini içine dürün" demekle, olayı büyütmeyin, hataları hoş görün demek isterler.
.
Çoğu zaman bu bakış açısına o kadar ihtiyacımız var ki... Aile içi ilişkilerden, sosyal ilişkilere. Siyasi problemleri çözmekten, kurumsal çatışmalara kadar her alana uygulayabilirsiniz, bu bakış açısını. Kısacası, şimdiki deyimle söylersek, biraz hoşgörü. Gevreğini içine dür deyimi, demokrasinin tam da kendisini tanımlıyor aslında.
.
Atalar doğruyu söylemiş de tutan yok. Eğer sağlıklı bir toplumda, demokrasi içinde yaşamak ve mutlu olmak istiyorsak GEVREĞİNİ İÇİNE DÜRELİM.



Ramazan Işık

27 Nisan 2009 Pazartesi

GÖZÜMDE KALDI

Gözümde kaldı.Bu deyim halk arasında çok kullanılır.İnsanın hayatta yapamadıkları ile ilgili bir özeleştiri gibidir de sanki.
Benim de gözümde kalanlar ne acaba,merak ediyorum.Sizin gözünüzde kalanlar neler.Bu düşünce jimnastiği sırasında,bunları bulmaya çalışalım.
Zaman içinde geliştirelim.
Benim gözümde kalan şey;ilk olarak,en azından bir veya iki dili edebi kitapları okuyacak düzeyde öğrenememiş olmak.Bir dil bir insan derler ya.Biz hala bir insan olmaya çalışıyoruz.Onu da tam olabildik mi bilmem.İkincisini olmak için şartlar mı oluşmadı.Biz mi beceremedik.Onu da anlamaya çalışıyorum.

20 Nisan 2009 Pazartesi

GELECEK KUŞAKLARA AKTARMAK İSTEDİKLERİM -

İnsanoğlu bugün var yarın yok.Hangi gün ve saat bu dünyadan ayrılacağız Allah bilir .Onun için bugün bizde olanları gelecek kuşaklara aktarmalıyız ki bilgi birikimleri daha ileri kuşaklara yansısın.Bunun yolu da bizde birikenlerin kayda geçirilmesi ve daha ileriye aktarılmasıdır.Hep yakınırız ya, Türkler tarihi yapar ama yazmaz diye.işte onun misali olmasın diye.
Yaşadıklarımız yaşanacaklara örnek olabilir.Olumlu ve olumsuz yönleri ile hayat hikayemiz geleceğe ışık tutacaktır. Bizden sonrakiler hayatımızın olumlu yönlerinden faydalanıp,olumsuzlarından kaçınarak kendilerine daha güzel bir hayat kurabilirler.
İnsan hayatında oluşan gelişmelerden bazıları kendi elinde şekillenir,bazılarına ise kendi müdahalesi yoktur.Kendi müdahalesi olmayanları kabullenmek zorundadır.Aksi durumda çoğu zaman karamsarlığa kapılabilir.Örneğin nerede,kimin çocuğu olarak doğmak elinde değidir insanın.Bunu kabullenmek zorundayız.Ama kendi elimizde şekillenenlerden biz sorumluyuz.Örneğin sigara içip içmemek bizim elimizdedir.Bunu istediğimiz gibi şekillendirebiliriz.Aynı yaşta ,aynı konumda iki insandan sigara içen diğerine göre her yönden çok zarardadır.Sağlığı gider,parası gider.Diğeri ise sağlıklı yaşar,parası cebinde kalır.böylece bu iki kişi arasında büyük bir fark oluşur.İşte bu tam anlamı ile iradenin tecellisidir.
Yaşanmışlıklar bir daha yaşanmayacak.Örneği de olmayacak.Zira her insan tekdir,benzeri yoktur.Yaşadıklarının da benzeri olmayacak.Öyleyse yaşanmışlıklar da tektir ve özeldir.Bu durumda yaşanmışlıklardan kayda değer olanların yazılması gerek.Gelecek kuşaklardakiler faydalansın diye.
Kütüphaneler kitap dolu.İnsanlar kendi yaşadıklarının unutulmasını istemediklerinden olsa gerek her şeyi kaleme alıp kitaplaştırmışlar.Aydınlanma da böyle gerçekleşmiş.Geçmişten geleceğe köprü olmuş kitaplar.
Dedemin çocukluğunda bizim köyde okul yokmuş.Haliyle dedem de okula gidememiş.Babam da öyle.Ama onlar okul olmamasını mazeret saymamışlar.Kendi çabaları ile okumayı öğrenip evlerine kitaplar almışlar.Çocukluğumdan hatırlarım.Dedem evimizin önündeki iğde ağacının dibinde bana kitap okutturup kendisi dinlerdi.Bana ,oğlum benim gözlerim yazıları zor seçiyor derdi.Bu kitapları bana okurmusun?
Şimdi anlıyorum ki dedemin bana kitap okutturmasındaki amaç sadece gözlerinin yazıları az görmesi değilmiş.Bana daha çok kitap okutturarak okuma alışkanlığı kazandırmakmış.Hiç okula gitmeden,eğitim adına yazılı bir bilgi almadan eğitimcilerin yapması gerek dediği şeyleri o dağ başında kendiliğinden yapıyordu.İşte bu anlatılması gereken bir durumdur.
Günümüzde eğitimciler zaten kitap sevgisinin nasıl kazanılması gerektiğini anlatıyorlar.İlginç olan dedemin bunu kendiliğinden keşfetmesi.Düşünüyorum da eğer bir de okula gitmiş olsaymış kim bilir neler yapabilirmiş.Bu örnekten yola çıkarak gelecek kuşaktakilere acizane bir tavsiyem olacak.OKUYUN.Elinize ne geçerse okuyun.Bu okuma sadece okulda eğitim alırken okuduğunuz kitaplar değil.Gerçek anlamda okumaktan bahsediyorum.Okuma zevkinden.Tadına vararak kitap okumaktan.O zaman başarı da arkasından gelir.Ve siz hayatta ne olmak istiyorsanız mutlaka olursunuz.Sadece ama sadece okuyun.Çok erken yaşlarda okumaya başlayıp okuyun.Okuyun ki geleceğiniz aydınlık olsun.Birilerinin güdümünde hareket eden insanlar değil,siyasetcilerin şakşakcısı yığınlar hiç değil,olaylar ve yaşananlar hakkında kendi yorumunu yapabilen bireyler olarak yaşayalım.Birileri bizi istediği gibi yönlendiremesin.

Ramazan IŞIK

8 Nisan 2009 Çarşamba

YEMLİK

Yemlik bitkisini bilenleriniz vardır.
Yemlik her mevsim olmaz.Nisan ayı başlarından,mayıs ayı ortalarına kadar olan zamanda yetişir.Doğada,kırda bulunur.Çokça da ekin tarlalalarının içinde yetiştiği için çok temiz bir bitkidir.Rengi koyu yeşildir.Buğday bitkisinin yeni yeşermeye başladığı yeşil haline çok benzer.Tarladan toplanan yemliklerin,toprağın alt kısmından çekilmiş olan topraklı kök kısmı ayıklanır.Bol suda yıkanır.Bir leğen içinde suda bekletilir.Köklerine ve yapraklarına tutunmuş olan toprak parçalarının temizlenmesi sağlanır.Beş on dakika sularının sızması beklenir.Özellikle yufka ekmekle yenirse tadına varılır.Yufka ekmekler açılıp arasına çok fazla miktarda bu ayıklanmış yemlik otu konur.Biraz fazlaca tuz atılır.Dürüm yapılır.Isırılarak yenir.

Sincan pazarında yemlik gördüm.Eniştem aklıma geldi.O da benim gibi,çocukluğu köylerde geçmiş birisidir.Bilirim ki bizim oralarda çocukluğu köylerde geçenler yemliği çok severler.Bu otun tadını,çok yemeğe değişmezler.En azından ben ve tanıdığım pekçok akranım bu düşüncededir.Eniştem bu günlerde hasta.Acaba O da sever mi diye düşündüm.Pazardan bir miktar yemlik aldım.Eşim de alel acele yufka ekmek yaptı.Yemliği ve yufkaları alıp yanına gittim.Elbette tahmin ettiğim gibi O da yemliği çok seviyordu.Ancak doktorlar yeşil bitkileri çok özenle yemesini tavsiye etmişler.Mikrop kapmaması gerektiğinden,bu tür otları sirkede bekletildikten sonra yemesi gerekiyormuş.Çok duygulandım.Allahtan ona sağlık diliyorum.

Yemlik yaylalarda yetişir.Yaşadığım şehir sahil bölgesinde olduğundan,buralarda yemlik yetişmez.Mevsimi geldiğinde bazı dostlarıma ,zaman zaman memleketten,ya da yaylalardan yemlik gelir.Dostlarım da benim yemlik sevdiğimi bildikleri için,böyle zamanlarda beni,yemlik ziyafetine çağırırlar.Yemlik bitkisinin yanında,olmazsa olmazı,yufka ekmeğidir.

Bu otun vücuda yararı varmı bilmem.Bildiğim birşey varsa,o da,yemlik otu RUHUMA İLAÇTIR.

Herkese tavsiye ederim.Hiç olmazasa yılda bir kere bu ottan bulup yiyin.Eskilerden ne kaldı.Nostaljisi bile güzel.

Ramazan Işık

6 Nisan 2009 Pazartesi

ANADOLU'DAN GELDİK

"Anadolu'dan geldik" bir şarkı sözü.Bu şarkıyı söyleyenler halen ülkemizde doğmuş ve bu topraklarda yaşayan insanlar.Bu durumda şarkının sözlerinde bir gariplik yokmu.Biz zaten Anadolu'da değilmiyiz.Bu söz ne anlam ifade ediyor.Sanki Orta Asya'dan geldik diyenlere bir gönderme var gibi.Anadolu'dan gelmek için,Anadolu dışında biryerde olmak gerekmez mi.Örneğin,Almanya'da yaşayan vatandaşlarımız Anadolu'dan geldik deseler doğru söylemiş olurlar.

Burada anlatılmak istenen farklı birşey aslında.Kendisini köken olarak Türk saymayanların bir şekilde ifade ettikleri bir durum bu.Ama bunu böyle dolambaçlı yollardan ifade etmeye gerek yokki.Zaten kimse kendisinin saf bir kökten geldiğini iddia edemez.Sizin nereye aidiyet duyduğunuz önemli.Kimse de ırk araştırmasına gitmiyor,gidemez.Türk Milletinin yapısında da böyle bir ayırım yok.İçine karışmış her unsurla kardeşce bir yaşama ortamı oluşturmuştur.Yeter ki kendisine ihanet etmesin.Türkler beraber yaşadıkları insanların ne ticaretine,ne sanatına,ne dinine ne de yaşama biçimine karışmış.Bilakis eski deyimle söylersek, bu unsurlardan "zenaat sahibi" olanlara büyük saygı duymuş,işlerini onlara yaptırmışlardır.

Bu kadar kaynaşmaya ve güzel yaşama ortamlarına rağmen,bilindiği gibi bazı unsurlar,eline silah almış,yapılanları kırıp dökmeyi marifet saymıştır.Bu O hainler adına,insanlık tarihi için yüz karası bir durumdur."İnsanı yaşat ki,devlet yaşasın" diyen bir felsefeden gelen insanlar olarak,tüm eksiklerimize rağmen,bazı insanlarımızın silah alıp dağlara çıkılacak kadar yanlışlar yaptığımız düşüncesini hak etmediğimizi düşünüyorum.

Türkler,Dünyanın çok coğrafyasında dağınık olarak yaşıyorlar.Bir kısmıda azınlık konumunda ve bir sürü haksızlığa uğruyorlar.Ama buna rağmen ekonomik ve kültürel olarak bulundukları ülkelere katkıda bulunuyorlar.Silah alıp dağlara çıkmıyorlar.Ama nedense,Türk egemenliğinde olan coğrafyadaki guruplarsa,kapalı veya açık bir şekilde dış unsurlarla da işbirliği yaparak,ihanet içerisinde bulunuyorlar.Bu da Türklerin kaderi olsa gerek.Veya Türklerin baskı yapan bir millet olmadığındandır.Beraber yaşadıkları toplulukları asimile etmediğindendir.

Bir zamanlar şarkıcının biri "yarınlar"adında bir şarkı yapmıştı."Özgürlük ve barış,özlemi olacak tüm insanların,yarınlarda"diye garip bir şeydi.Bir sürü insan da şakşakçılığını yapmıştı bu şarkıcının,o yıllarda.Ne demekse,özgürlük ve barış insanların özlemi olacakmış yarınlarda.Yani yarınlarda birilerinin tutsağı mı olacağız da,özlem duyacağız özgürlüğe ve barışa.Allahtan bu ülkede duyarlı gençlik vardı da,bazı ülkelerin boyunduruğu altına girmedi.Burada yönetim hatalarından kaynaklanan bağımlılığımızı eleştirme hakkımı saklı tutuyorum.

Düşünce özgürlüğüne sonuna kadar destek olmalıyız,ihanete asla.Hainlik bu ülkede prim yapmaya başladı.Hem de en üst kademeler tarafından ödüllendirilerek.
Cumhurbaşkanımız,İngiltere Kraliçesini karşılarken,O'na Ali Kemal'in torunu olan dışişleri mensubunu övgü dolu sözlerle takdim etti.Ali kemal'in torunu olduğunu vurgulayarak.Ali Kemal kimdi;Kurtuluş savaşı sırasında gazetecilik yaparken İngilizlerle işbirliği yapan bir şahıs.Yani hain.

Dışişleri mensubunu,çalışmaları için övmek gerekebilir.Ama dedesi hain olduğu için övgü düzmenin anlamını kavramakta güçlük çekiyoruz.

Ali Kemal ve O'nun gibiler bu ülkede çok güzel konumlarda yaşadılar.Sonrada ihanet edip kaçıp gittiler.İşte bu insanlar oralarda Anadoludan geldik derlerse doğru söylemiş olurlar.İhanetlerini de bu cümlenin arkasına gizleyebilirler.Ama halen burada yaşayıp,buradan ekmek kazanıp,burada zirveye ulaştıkları halde hainlik kokan bu dizeleri yazanların maksatlarının milletimiz tarafından anlaşılması lazım.Bence bunun da anlaşıldığı düşüncesinde değilim.

Artık insanların kafasını kaldırıp biraz düşünmesi,uyanması gerek.Çevresinde olup bitenlerin derin anlamlarını kavraması lazım.Bu da ancak okumakla mümkün.

Çelişkiler her zaman en yakınımızdadır.Önemli olan,biz bunları görebiliyormuyuz.

Ramazan Işık

4 Nisan 2009 Cumartesi

DÜNYA DAHA GENİŞ OLSA

.
Dünya daha geniş olsa. Bu dünyaya sığamayan biz insanlar, O Dünya'ya sığabilirmiydik acaba.
"Biraz geniş ol", derler ya. Nasıl geniş olunacak. Bu bir "yapı meselesi", değil mi. İnsan yapısını kolay kolay değiştiremiyor ki.

Çocukluğumdan beri çevremle ilgiliyim. Hiç unutmam, beraber görev yaptığım bir arkadaşım, aslında görev olarak bana ait olmayan konularda çözüm üretmek için fikir üretip, ortaya atıldığımda,"yerdeki ipi alıp boynuna geçiriyorsun, nene gerek, bırak kimin görevi ise, o yapsın", derdi. Ama, çevreme duyarsız kalmak benim gönlüme sığmıyor işte.

Mehmet Akif Ersoy'un dediği gibi;

"Kanayan bir yara gördüm mü yanar tâ ciğerim.
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim.
Adam aldırma da geç git diyemem, aldırırım
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım"

Sabahattin Ali;
"Başın öne eğilmesin
Aldırma gönül aldırma
Ağladığın duyulmasın
Aldırma gönül aldırma"

derken, sanki aldırmıyormuydu. Öyle bir aldırıyordu ki, hem de taa yürekten. Zindanlara kapatılma pahasına, düşüncelerini söylemekten geri durmuyor, ülkesinin dertleriyle dertleniyordu.

Yerellikten çıkıp, genele doğru bir bakış açısı geliştirebilsek, şimdi içinde sıkışıp kaldığımız dar dünyadan çıkıp, başka dünyalara doğru yolculuğa başlayabilirdik. O zaman biraz geniş olabilirmiyiz acaba. Bazan çevremizdeki insanlara, "keşke ben de senin gibi biraz geniş olabilsem" dediğimiz olur ya. Demek ki genişlik, mekandan çok duygularla ilgili.

Biz Türkler yüz, yüzelli metrekarelere varan, hatta daha fazla alana sahip evelere sığamıyoruz da, Japonlar elli metrekarelik evlerde, her ihtiyaçlarını karşılayıp, mutlu yaşayabiliyorlar. Bazı insanlar için derler ya ,"gönlü o kadar geniş ki, dağlar sığar", diye. Bazıları için de; "komşusu birşeye sahip olunca karnı daralıyor, çatlayıp ölüyor", denir.

Köy muhtarlığı seçimleri, köyde yaşayanlar için çok önemlidir. Özellikle de muhtar adayları için, hayati bir anlamı var gibidir. Ancak, kasabaya gittiğiniz zaman, köy muhtarlığı seçimlerinin o kadar tamah birşey olmadığını görürsünüz. Bu konu ile ilgili çekişmeler, anlamsız gelmeye başlar size. Kasabada yaşarken, ne olacak, yani şunun şurasında bir köy muhtarlığı değilmi, aralarından birini seçiversinler işte dersiniz.

Kasabalarda yaşayanlar için, kasabanın belediye başkanlığı seçimleri çok önemlidir. Özelliklede başkan adayları, bu işi çok önemserler. Ancak, şehirlere gidip yerleşenler için kasaba belediye başkanlığının o kadar da önem arzetmediği farkedilir. Kasabadan birisi çıksın, şu kasabayı yönetsin işte denir. Bu isim o kadarda önemli değildir, şehirde yaşayan için.

Büyük şehirlerde yaşayanlar ve ülkelerde yaşayanlar için de büyük şehri yönetecekler çok önemli gibi gelir. Ama yurt dışına çıkıp, dünyanın herhangi bir yerine gittiğiniz zaman, buradaki bu çekişmelerin ne kadar anlamsızlaştığını görürsünüz. Büyük şehirlerden veya ülkelerden birileri çıkıp aday olsun, halkın seçtiği bu insanlar, ülkeyi yönetsin dersiniz. Bu isim o kadar hayati değildir.

Bu konuları mikro değil, makro düzeyde değerlendirdiğimiz zaman, kavgaların anlamsızlaştığını görmeye başlarız.

Bazan, kendi ülkemizdeki küçük guruplara katlanamıyoruz da, Dünya'nın öteki ucundaki insanlardan, haksızlığa uğrayanların sözcüsü oluyoruz. Bu konuyu da oturup düşünmeliyiz. Bu bakış açımızı değiştirdiğimiz zaman da, makro düşünmeye başlamışız demektir.

Biz bu açılımı, bir varsayımla, biraz daha makro düzeye çıkaralım. Varsayalımki uzayda bir koloni kurduk ve oraya gidip yerleştik. Dünyaya oradan bakıyoruz. Dünyayı yönetmekte olanların çekişmeleri, savaşlar, sınırlar anlamını yitirmeye başlar. Oradan baktığınızda bu çekişmelerin gereksiz olduğunu, basit geldiğini farkedersiniz.

Bu bakış açısını, çok çeşitli alanlara uyarlayabiliriz.

Bir sınıfta öğrenim gören iki arkadaş arasındaki ilişkideki bazı davranışlar, onlar için çok önemlidir. Hatta bazı zamanlarda arkadaşlık ilişkileri bozulduğu için hayatına son vermek isteyen gençler oluğunu bile gözlemleyebiliyoruz. Ancak bir boyut yukarı çıkabilse bu insanlar bunun anlamsızlığını kavrayacak. Örneğin başka sınıflardaki arkadaşlıkları ve diğer insanları düşünse bu ilişkinin küçüldüğünü görecek. Arkadaşlık ilişkileri bozulduğu için büyük sıkıntya giren bu öğrenci , bir an için kendisini o sınıfın öğretmeninin yerine koysa, boyut bir anda değişecek. İntihar etmek isteyen insan konumundan, bu genci intihardan nasıl vaz geçiririm diyen bakış açısına yükselecek. Bir yukarısı ise okulun müdürlüğünü yapan insanın konumu. O da bir yukardan baktığı için, okulun tüm sınıflarını ve bu sınıflarda yaşanan olayları düşünmek zorundadır. Müdür için ise, iki arkadaş arasında yaşanan bazı sorunlar çok küçük kalmaktadır. Bu sıralamayı yukarı doğru genişlettiğimizde, bazı olayların anlamını yitirdiğini görüyoruz.

Aile ilişkileri de benzer bir biçimde incelenebilir. Aile bireyleri arasındaki olumsuz ilişkileri çözmenin en kestirme yolu, bireyin kendisini karşısındakinin yerine koymasıdır. Babasına şiddetle kızan bir genç, bir anda bir boyut yukarı çıkıp, kendisini o anda baba yerine koyabilirse, şekil çok değişecektir. Bunu başarmak mümkündür. Aslında büyükler, bunu bazan söylerler. "Oğlum, seninde bir çocuğun olsun da o zaman görürüm halini ", diye. O zamanı beklemeye gerek yokki. Evde hemen bir tiyatro oyunu gerçekleştirip, bu oyunda rol olarak o gence, "baba" veya , "anne" rolünü vermek yeter. Bu durumda genç , boyut değiştirip, bir yukarı moda çıktığında, olaylara bakış açısı da değişecektir. Dar sandığı dünyası genişleyecek, o noktada, eleştirdiği insanlarla benzer görüşleri taşıdığını görecektir.

Burada bir anekdot anlatmadan geçemeyeceğim; Yurt dışına devlet görevlisi olarak gitmek üzere açılan sınava katılmıştım. Yazılı sınavları kazandım. Sıra mülakata gelmişti. Mülakat için beş bakanlığın birer temsilci gönderdiği mülakat komisyonunun karşısına çıkmak üzere sıra bekliyorduk. Yanımda sırasını bekleyen bir arkadaşın heyecandan yerinde duramadığını, ayaklarının titrediğini gördüm. "Hayırdır arkadaş ne oluyor", dedim. O arkadaş; "Vallahi kardeşim çok heyecanlandım.Onun için böyle titriyorum", dedi. O anda hayatımın çok evresinde uyguladığım, "bir üst moda geçme", düşüncesi aklıma geldi. "Sen", dedim, " kaç yıllık devlet memurusun". "Onbeş, onaltı yıldır devlette çalışıyorum", dedi.

"İçeride, komisyonda görevli olanlar sence, kaç yıllık devlet memuru olabilir", diye sordum. O da, "yani", dedi, "olsa olsa yirmi yıllık civarında memurlardır". Ben de; "o zaman şartlar öyle getirseydi, sen de bunlar gibi mülakat yapan insanlar durumunda olabilirmiydin", diye tekrar sordum. "Belki olurdum", dedi. "Öyleyse neden heyecanlanıyorsun.Şartların oluşması halinde belki de senin de bulunabileceğin bir görevdeki insanların karşısına çıkmak, seni bu kadar heyecanlandırmamalı", dedim.

Şahsen ben böyle düşünüyorum.

Olaylara mikro yerine, makro düzeyden bakabilsek, dünya çok farklı olurdu.



Ramazan Işık

.