30 Mayıs 2010 Pazar

BONCUK'LA HALLERİMİZ

İnsanlarda kişilik sapmaları oluyor, sıkıntıların getirdiği. Dertlerini unutmak için, çeşit çeşit işlerle uğraşanından tutun da, olmadık maceralara kalkışanına kadar. Kimisi hobi adına uçurumdan atlıyor, kimisi denizlerin dibine dalıyor. Gençliğinde özentiye kapılanlar sigaraya başlıyor, bazısı içkiye. Daha olmadı kumar düşkünleri peydah oluyor. Bazısı da ipin ucunu kaçırıp, madde bağımlısı oluyor. Hele şu futbol düşkünlerine
ne demeli. En yakın arkadaşını, sevdiğini bile kırıp dökenlere rastlanıyor bu uğurda, adam öldürmeye vardıranlar bile var bu işi.

Boncuk benim kedim. O'nunla özel hallerimiz var bizim. Bebekliğinden beri bizim yanımızda. Daha önceki yazılarımdan birinde, hayat hikayesini anlatmıştım. Şimdi de daha özel hallerini paylaşmak istiyorum.
Adeta konuşmaya başladı bizim tekir. Doğaldır ki, sadece benim anladığım bir dil bu. Mama isteyişi , su isteyişi, tuvalet ihtiyacını belirtmesi bambaşka hallerle ve seslerle oluyor. Gel dediğimde peşimden geliyor. Kızdığımı hemen anlayıp uzaklaşıyor. Eğer yüksek perdeden bir konuşma varsa evde, çok özel bir miyavlamayla bu konuşmanın bitirilmesi gerektiğini anlatıyor. Telefonla konuşmamızı istemiyor. Telefonla konuşmaya başladığımda koşup kucağıma geliyor, telefon tuttuğum bileğimden hafifçe ısırarak, bu konuşmayı sonlandırmamı istiyor. Flüt bile çaldırmıyor. Flüt sesini, ağlama sesine benzettiği kesin. Onun için ne zaman flüt çalsam, bıraktırmak için gelip bileklerime yapışıyor. Yat dediğimde sırt üstü yatıp, kendisini mıncıklamamı bekliyor. Mama dediğimde, durup yüzüme bakıyor, "beni al götür, mamamı yedir" dercesine bekliyor. Zaten mamayı da kendi başına yemiyor. İlla benim elimden yiyecek. Anlaşılacağı üzere, kuru ve markalı mama dışında mama yemiyor. Ettir, süttür, tavuktur, balıktır, hiçbir şeye bakmıyor. Koklamıyor bile. Böylesine garip bir hayvan. Suyu da özel olacak hanım kızın, hazır sulardan içiyor. Şehir suyu klorlu olduğu için ondan içmiyor. Ayrıca, bahar aylarından sonra oda sıcaklığındaki suyu da içmiyor. Buz dolabında soğutulmuş su ile aşlama yaparak veriyorum suyu. Ilık su içmiyor. O suyu hazırlarken etrafımda dönüşünü görseniz, tam film sahnesi.
Bu günlerde biraz tasalı. Kısırlaştırma ameliyatı oldu olalı, bahar ayları geldiği zaman yemeden içmeden kesiliyor. Zayıflıyor, halsizleşiyor. Bu durumu bizi üzüyor haliyle. Kendisi doğal yollarla içmediğinden, biz de süt şırınga ediyoruz ağzına. Biraz protein alsın diye de iki güne bir bıldırcın yumurtası karıştırıyoruz sütüne, zoraki içiriyoruz.
Ayrıca bizimle beraber yurdun dört bir yanını gezdi bu güne kadar. Ailenin bir ferdi oldu artık. Gittiğimiz yerlerdeki otel odalarında, O'na da özel köşe hazırlanıyor. Dışarıya çıkışlarımızda bizi bekleyişleri çok dokunuyor doğrusu. Ama çare yok. Bir yerlere bırakmamız imkansız. Zira O'nun dilinden bizden başkası anlayamaz.
Bahçedeki halleri ise bambaşka. Bahçede yaşadığı mutluluğu başka yerde bulamıyor. Otların arasında kuşlara sinmesi, ağaçlardan ağaçlara koşması bir harika. Bahçede gezerken yanımızdan hiç ayrılmıyor. Bahçenin en alt kısımlarına kadar illa yanımızda olacak. Bir de, biz dışarda asma altında otururken, asmanın gövdesinden tırmanıp, yaprakların içinde kaybolup, oradan bizi seyretmeye doyamıyor. Biz aşağıdan ayrılmazsak, o da akşama kadar orda uyuyor.

Tüm bunlar şaka gibi. Gençliğimde şöyle bir düşüncem vardı; Okuduğum kitaplarda, izlediğim filmlerde, gazete haberlerinde bazı insanların hayvanları özel mamalarla beslediklerini duyar, izlerdim. Çok kızardım bu duruma, hayvanları sevmediğimden değil ama, o günün şartlarından. "Biz burada kalem, kitap bulamazken, insanlar hayvanları özel besinlerle besliyorlar", diye. Şimdi aynı duruma biz düştük. Bir kişilik sapmasıdır ki sormayın. Hakkında yazı bile yazıyorum.


Sabahın erken saatlerinde, baş ucuma gelip mırıltılı sesler çıkarıyor. Uyanmazsam, biryerleri tırmalamaya başlıyor. O şekilde de uyandıramazsa , bu sefer bileklerimden hafif hafif ısırarak beni uyandırıyor. Ne olacak, Boncuk Hanım doyurulacak. Suyu hazırlanacak. Balkon kapısı aralanıp, dışarıdaki kumuna gidecek.





Tüm bunlar hayra alamet mi bimiyorum. Yoksa madde bağımlıları gibi, bendeki bir tür eksen kayması mı.


Sonuçta yaşam denen şey, sevdiğiniz şeyleri yapmak sa, Boncuk'la bu hallerimizi seviyorum. Zaten çocukluğumdan beri, çeşitli aralıklarla kedilerim omuştur. Şimdi de abartılmış bir hali var bu işin. Bir tek kaygım var; kedilerin yaş sınırı on, on beş yıl civarında deniyor. Bizim boncuk yarı yaşına yaklaştı. Allah bize ömür verirse, Boncuk'u kaybetmeye nasıl dayanırım bilemiyorum.

Geçenlerde, O'nu bana getiren oğlumun , bu durumu düşünüp , gözlerinin nemlendiğini gördüm. Ben de ondan geri kalırmıyım.




Bize bir psikolog lazım. Çevresinde olan söylesin.





Ramazan Işık
21.05.2010
Ankara

25 Mayıs 2010 Salı

AMCAM ÇEŞMESİ

(Unutulmayan Fotoğraf Kareleri 2)

"Hocam", dedi,
"Biliyorum ki senin, İç Anadolu ile bağların kuvvetlidir. Oraları, zaman zaman gidip görmeden duramazsın. Yollarında yürümeden, dağlarında gezmeden, sularından içmeden edemezsin. Hele yemliğinden yemeden, madımak toplamadan, karamuk , böğürtlen, kuşburnu çalılarına dokunup, dikenlerini eline batıra batıra meyvelerini toplayıp, tadına bakmadan yapamazsın. Koyaklarından kar bulup, karlı pekmez yapmazsan, o yaz mevsimini yaşamış saymazsın. Yollarda çobanlara selam verip, çıkınlarındakileri senin de götürdüklerinle karıştırıp, paylaşmaya bayılırsın. Şelale başları bulup, sıçrayan sularında ıslanmak istersin. Dağ başında, taşların üstünde tek başına rüzgara, yağmura , kara karşı yıllarca dayanmış ardıç ağaçlarını seyre dalmaya doyamazsın".

Bunları söyleyen, zaman zaman özellerimizi paylaşıp, dertleşecek kadar yakınlaştığımız, köylerinde öğretmenlik yaptığım, köy ihtiyar heyetinde aza olarak bulunan Ali idi. Çocuğunu okutuyordum. Öğrencim o kadar başarılı bir öğrenciydi ki, geleceğinden çok ümitliydim bu gencin. Babası da ilgili bir veli idi. Dostluğumuzun verdiği yakınlaşma ile, bu çocuğun geleceği ile ilgili paylaşımlarımız oluyordu. Özellikle bu konularda, beni dikkatle dinlerdi.

"Hocam, sen Toroslar'ı Sertavul Geçidinden geçerek İç Anadolu'ya geçiyorsun. Bu geçitte, bildiğin gibi, AMCAM ÇESMESİ adında bir çeşme var. Tam torosların başında bulunan bu yerlere ben sık gidip gelemiyorum. Sana vasiyetimdir. Ne zaman bu geçitten geçersen, benim için de bu çeşmenin suyundan, avuç avuç iç. Sakın unutma, senden, Sertavul'dan her geçişinde bu sudan istiyorum".

Ali, bana bu vasiyeti bıraktığında, daha kırk yaşlarında yoktu. Ben köylerinden ayrıldıktan birkaç yıl sonra, Ali'nin vefaat haberini duydum. Çok üzüldüğümü söylemeye gerek yok sanırım. Ama bundan daha önemlisi, sık sık geçmek durumunda olduğum ve her seferinde mutlaka durup, suyundan doyasıya içtiğim, Amcam Çeşmesi'nden, bundan sonra nasıl su içebilecektim. Mut'tan Karaman'a geçerken, Torosların tam tepesinde akan bu kar suyundan, bundan sonra bir vasiyet olarak da içmek zorundaydım artık. Ve ne zaman bu çeşmeden su içsem, Ali'nin bana vasiyetini yaparken ki fotoğraf karesi, gözlerimin önüne gelir. İçtiğim su boğazımda düğümlenir.

Ali'yi anmadan geçemem O Çeşmeden. Her seferinde O'nun için de avuç avuç su içerim.
Geçenlerde yine o geçitten geçtim, senin deyiminle, "Amucam Çeşmesi"nde durdum, suyundan içtim ve yine seni andım aziz dostum.

Ruhun şad olsun.


Ramazan Işık
19.05.2010
Ankara




18 Mayıs 2010 Salı

BEDELİ ÖDENDİ



...Şehri yüksekten gören, lüks lokantanın balkon masasına, biri ileri, diğeri orta yaşlardaki iki adam, karşılıklı olarak oturdular. Uzun zamandır görüşmüyorlardı. Hem bu hasreti gidermek, hem de dertleşmek istediler biraz. Bu arada da, "bir şeyler yeriz", diye anlaştılar. Yemeklerini söyleyip, sohbete koyuldular. Yaşça genç olan; babasının son zamanlarını anlattı, birkaç yıl önce kaybettiği babasının. Yaşlı olan da, arkadaşı ile yaşadığı, eski müşterek hatıralarını tazeledi. Geçmiş günleri andı. Yemeklerini yediler. Genç adam garsona eliyle, "hesabı getirin", anlamında işaret etti. Garson geldi, genç adama doğru eğilip, "hesap ödendi efendim “, dedi. Genç dikkatle garsona bakıp, “kim ödedi” dercesine başını salladı. Garson, fark ettirmemeye çalışarak, yaşlı adamı gösterip, "beyefendi ödedi", dedi. Genç adam şaşırdı. Ne ara hesabı ödeyivermişti böyle. Dayanamadı, "amca, niye zahmet ettiniz, ben ödemek istiyordum hesabı”, dedi.
...Adamcağız başını yana eğip, “afiyet olsun evlat”, dedi.

...Genç adam, bu durumdan etkilenmişti.“Amca, size bir şey sormak istiyorum”, dedi.
... “Buyur evlat, sor”, dedi adam.
...“Bizim çağın gençleri ile, sizin aranızda çok büyük farklar görüyorum. Biz gençler, hayatı yorumlamada sizler gibi düşünemiyoruz. Bazı konularda, aldığımız kararlarda, özgür olmak istiyor, her şeyi kendi bildiğimiz gibi yapmak istiyoruz. "Bu benim kararım, istediğimi yapmalıyım", diye düşünüyoruz. Bir süre sonra dönüp baktığımızda, görüyoruz ki, sizin çağdan birinin söylediği, ama bizim uymadığımız noktaya gelmiş oluyoruz, bu nasıl oluyor”, dedi.

...Adam bu soru ile durgunlaştı, mahzun bir hal aldı. Gözleri hafiften buğulandı.
“Evlat”, diye söze başladı. “Bizim çağın şartları, sizinki ile karşılaştırılamaz. Bizim doğduğumuz, büyüdüğümüz ortamlar, çektiklerimiz çok farklı, sizinkiler farklı. Biz bedel ödedik. Ödediğimiz bedel; saçlarda ak, alınlarda kırışıklık, gözlerde gözlük, dişte protez, belde fıtık, dizde menisküs, bacakta varis ve sayamadığım daha bir sürü şey, bunların bedeli olarak bizim hayatımızdan alındı. Bunun sonucunda da olaylara nasıl bakacağımızı, bir adım sonrasında bizi nelerin beklediğini öğrendik", dedi.
"Bu öyle bir konu ki, konuşmakla bitmez. Ciltler dolusu kitapla anlatmak gerek. Neden gençlere sürekli olarak çok okumalısınız diyoruz. Yazılmış olanlar, çoğunlukla yaşanmışlıkların, hataların özetleridir. Okunsun ki, bu hatalar bir daha yapılmasın diyedir".

...“Bunun örneklerini tarihimize bakarak ta anlayabilirsin. Biz bu gün, bu topraklarda mutlu, huzurlu, güven içinde yaşıyorsak, bunun da bedeli ödendi. Çanakkale de , Dumlupınar'da, Sarıkamış'ta ve daha çok cephelerde; can olarak ödendi, kan olarak ödendi. Daha bıyıkları terlememiş gençlerin yavuklularına kavuşmadan dünyayı terk etmesiyle ödendi, babasız büyüyen yavrular olarak ödendi, dul kalan kadınlar, sürülememiş tarlalar, üreyememiş nesiller olarak ödendi.

...Halen de ödenmeye devam ediyor evlat. Bildiğin gibi, emperyalistlerin içimize soktuğu nifak tohumlarıyla mücadele için, bu bedel ödenmeye devam ediliyor.

..Dilerdim ki, bu bedeller, bu lokantada yediğimiz yemeğin bedeli kadar kolay ödenebilseydi. Para olarak, mal olarak ödenebilseydi. Ama, gördüğün gibi, bu iş o kadar kolay değil ". Deyip iç geçirdi.
Evlat,..."Hayatta kalıcı bir başarı yakalamak istiyorsan, bedelini ödemelisin. "

...Ramazan Işık
.

13 Mayıs 2010 Perşembe

UNUTULAMAYAN FOTOĞRAF KARELERİ


Hepimizin hafızasında unutulmaz kareler vardır, zaman zaman gözümüzün önüne gelen, olmadık yerlerde hatırladığımız. Kimisi yakınlarımıza aittir, kimisi arkadaşlarımıza, kimisi de çocukluğumuzun derinliklerinden kalma.


Şehrin kenar mahallelerinden birinde yaşıyor, merkezi yerdeki ortaokulda okuyordum. Haliyle mesafe uzaktı. Kış günlerinde otobüsle gidiyor, havalar güzelse, yürüyerek gidip geliyordum okula. Üç kilometre mesafeyi, sabah gidip, öğlen dönüyordum, hergün.
Okul yolumun üstünde, tren yolu ve tren istasyonu vardı. Yolun üçte bir kısmını geçtikten sonra ulaştığım tren garında, biraz dinlenirdim . Gar'ın yanında da, trenle taşınacak eşyaların konduğu depolar vardır. Depoların kapıları, yerden bir metre kadar yüksekliktedir, çift kanatlıdır, ve çok büyüktür, önünde de taşıma arabalarının gidip gelebileceği genişlikte yürüme platformu vardır. Bu platformun önlerine kamyonlar yanaşır, yükler doğrudan kamyonun içine, taşıma arabaları ile yüklenebilir.


Bir gün, okula gidip öğleye kadar okuduktan sonra, dönüş yolunda, yine tren istasyonundaki depoların yanından geçiyordum. Mevsim olarak, ilkbahar aylarından bir gündü. Öğle arası, yemek molası saatiydi. Antrepo büyüklüğüne yakın bir depo olan, Gar Deposu'nun kapılarından birinin önüne, yüksekliği bir metreyi geçen, büyük çuvallardan birkaç tanesi konmuştu. İçinde tahıl dolu olduğu belliydi. İşçilerden birisi, öğle arası molasını fırsat bilip, bu çuvalların üstüne kıvrılmış yatıyordu. Hava oldukça ılımandı. Belli ki, sabahtan beri çalışıp yorulmuş, yorgunluğunu atmak için de, bu çuvalların üstünde uyuya kalmıştı.

Unutamadığım, hafızamdaki fotoğraf karesi de, tam burada oluştu işte.
İşçi öyle yorulmuş ki , öğle yemeğini bile yemeye fırsat bulamadan, uyuya kalmıştı. Öğle yemeği, baş ucunda duruyordu. Bir gazete kağıdının arasında, yenmek üzere çuvalların üstüne hazırlanmış, iki domates, bir salatalık ve yarım somun ekmek, yanında da bir cımcık tuz.
O kadar canım çekti ki, bu domates, ekmek ve salatalığı, adeta hafızama kazındı, dövme yaptırmış gibi.

O gün bu gün, unutamadığım bu fotoğraf karesini, çok yorumlamaya çalışmışımdır.

İşçinin bu yorgun hali mi bana dokunmuştur da, bu kareyi unutamamışımdır, öğlen vakti ben de aç olduğum için, bu yiyecekler bana çok mu çekici gelmişti de, ondan mı unutamamıştım, yoksa baharın ilk günlerinde, o yıllarda, daha mevsiminin yeni gelmekte olduğundan, şimdiki gibi kış aylarında bulunmayan domates ve salatalık, bana çocuk duygularımla çok mu çekici gelmişti, bilemiyorum.

Galiba bunların üçünün de birleşimi olsa gerek, bu fotoğraf karesini unutamayışım.

Gün gelir, yemek üzere elime bir domates alırsam, veya bir salatalık, aklıma o işçi gelir. Boğazımda düğümlenir lokmalar. Geçmişte gezinir, dönerim an be an. Bazan yüzümde oluşan duygusallığı karşımdakiler de farkeder. Sanırım, "bizim hoca gene nerelerde acaba", diye gülümsemekten kendilerini alamazlar.

Toplumda saf ve deli zannettiklerimizin, zaman zaman nerelere gidip geldiklerini farkedebiliyormuyuz.

Ne mutlu, dostlarıyla beraberken , o an O'nun nerelere gidip geldiğini anlayabilenlere.

Gönül dostları, tam da onlardır.


Ramazan Işık
13.05.2005
Ankara

7 Mayıs 2010 Cuma

KENDİ HAPİSHANELERİMİZ


Evimiz, hapishanemiz olur bazen. Kendi kendimize oluşturduğumuz hapishanemiz. Hayata küskünlüklerimizin acısını, sanki birilerinden çıkaracakmışçasına oluştururuz bu hapishaneleri.

Oturma odamızdan çıkmak istemeyiz. Hatta oturduğumuz koltuk bile bellidir. Öylesine bellidir ki, adı konulmamış bir sahiplikle, bizden başka kimse oturmaz ona. Biz de, otura otura, “gurk basar, cülük çıkarırız”, diğer odalarda neler olduğundan habersiz.

Atölyemizin kapısını kapar, duvarlarına izolasyon çekeriz, sesler girmesin diye. Kulaklarımıza tıkaç tıkamadığımız kalır. Komşuda neler oluyor, duymak istemeyiz.

Bilgisayarımız sığınağımız olur. Kapalı tuttuğumuz kapılarımıza inat. Sanal’da dünyaları tanımaya çalışırız, yeni pencerelerden. Buraların da, daha beter hapishaneler olduğundan haberimiz yoktur, çoğu zaman. Oysa dışarısı günlük güneşlik, ağaçlar çiçek yığını, kuşlar cıvıl cıvıl, arılar vızır vızır, çocuklar koşuyor neşeli.

Beynimizi kapatırız dünyaya, ölüme çok yakın olduğumuz andır artık. En kötüsü de budur. Beyin ölümünden bir önceki hal, “beynimizi kapatmak” tır.

Beynimizi kapatmayalım, ki, bilgisayarımız, çalışma ofisimiz, odalarımız, evlerimiz hapishanelerimiz olmasın. Yeryüzünü büyük bir hapishaneye çevirmeyelim. Dışarıya çıkalım biraz, cıvıl cıvıl doğa'ya, kırlara, denize, dağa, ovaya. Pınar başları bulalım, kaynak suları. Derler ya; "kırk pınardan su içen, ölümsüzlüğü yakalarmış". Kırk pınar bulup, suyundan içelim.

Beynimiz açık olsun, hapishaneler kapalı.



Ramazan Işık

24.04.2010
Mersin

3 Mayıs 2010 Pazartesi

MERSİNDE BAHAR OLUNCA


MERSİNDE BAHAR OLUNCA

Mersin’de bahar olunca,
Gül olur, gülşen olur.
Mersin’de bahar olunca,
Garip gönlüm şen olur.

Güneş, bir başka vurur pencereme,
Mersin’de bahar olunca.

Toros’lar konuşmak ister kendi dilince,
Kuşların sesinden.
Tekir kedim Boncuk bile
yerinde duramaz,
Sahile koşmak ister,
Mersin’de bahar olunca.

Deniz, cam gibidir sabahları,
Geceleyin yakamozlar gamsız.
Gökyüzü masmavi,
Sandallar bağımsız,
Zincir tanımaz duygular,
Mersin’de bahar olunca.


Ramazan Işık
24.04.2010
Mersin