22 Mart 2009 Pazar

SIĞINTI

foto:serhat seyhan


...Çocuk dokuz yaşlarındaydı. Etrafında konuşulanlardan, kendisi ile ilgili bazı kararlar alınmakta olduğunu anlıyordu. Ama, olanları tam olarak kavramakta güçlük çekiyordu. "İl merkezine göçmek", "oğlanı burada bırakmak", "kimin yanına bırakmalı ", filan gibi konuşmalar geçiyordu. Bu konuşmaların geçtiği yer, on onbeş haneli köyün bir eviydi.

...Konuşanlar, babaanne ve amcaydı. Kendi aralarında, bazan sertliğe varan , kırıcı konuşuyorlardı. Birbirlerine bağırdıkları oluyordu. Çocuk birşeylerin ters gittiğini farketti. Olaylar, bir süre önce, dedesinin ölmesiyle başlamıştı. Babasını erken zamanda kaybettikten sonra, O'na dedesi ve babaannesi bakıyorlardı. Şimdi de dedesi ölmüştü işte. Ne olacaktı. Bu olanları kavrayacak yaşa da gelmişti artık. Babası olmadan bir hayat sürmenin zorluğu, asıl şimdi başlıyordu. Çevresindeki tartışmalar, bunu gösteriyordu. Amca, il merkezinde oturuyordu. Babasının ölümünü duymuş, köye gelmişti. Babaannesi ile konuşmalarında, bazan ses tonunu yükseltiyor, "ben ne yapacağım şimdi, bu çocuk ne olacak", gibi konuşmalar oluyordu. Bir ara, "yetiştirme yurdu", lafları geçti. Çocuk, bunu kimin konuştuğunu tam anlayamadı ama, başından kaynar suların döküldüğünü hissetti. "Gerçekten, yetiştirme yurduna verirler mi beni", diye geçirdi içinden. Dördüncü sınıftan, beşinci sınıfa geçmişti. Okulda ve bazı kitaplarda, "yetiştirme yurdu", diye bir yer olduğunu duymuştu. Her köylüde olmamasına rağmen, evlerinde radyo da vardı. Radyodan dinlediği hikayelerde de geçiyordu bu yurt konusu. Ama doğrusu, çok da güzel şeyler anlatılmıyordu, yetiştirme yurtları hakkında. Çok zorunlu olmadıkca, buralara çocukların bırakılmasının doğru olmadığı konuşuluyordu, bu yazılarda ve radyo programlarında.

...Aman Allahım; "şimdi ben yurda mı gideceğim", diye kendisine defalarca sormadan edemedi. İlerleyen zaman içinde, herşey aydınlanmaya başladı. Aile büyüklerinin, yurt düşüncesinden vaz geçtikleri anlaşılıyordu. Şimdilik, yakın köyde bir tanıdıklarına bırakacaklardı kendisini. "Seyfettin Emmi'nin evinde kalsın bu sene", dediler. Seyfettin Emmi, akrabaları filan değildi aslında. Ama, Dedesi Musa'nın çok yakın bir arkadaşı ve dostuydu. Üstelik O'nun yaşlarında da bir oğlu vardı. Adı Vahdettin di. "Bu sene beşinci sınıfı onların yanında okusun", dediler, "gelecek sene de Allah büyük,ona o zaman bakarız.

...Çocuk meraklı bakışlarla, kendisi hakkında alınan bu kararları dinliyor, bu konular hakkında tek kelime söylemiyordu. Zaten söyleyecek hali de yoktu. O'na kim ne soruyordu ki. Amcası Babaanneye; oğlanı Seyfettin emmilere bıraktıktan sonra, senin eşyaları da bir iki gün içinde il merkezine götürürüz dedi.

...Hazırlıklar başladı. Çocuğun eşyaları bir bohçaya hazırlandı. Çanta, valiz ne gezsindi o yıllarda. Köyden bir ahbap çağırıldı. Bu oğlanı Melikgazi'de Seyfettin emmilere götür dediler. Çocuğu götürmek üzere çağırdıkları Hürmüz emmi, akraba olurdu onlara. Adam eşeğini hazırladı. Bir de yatak sardılar eşeğe. Yanında oğlanla beraber, yola çıktılar. Önce Dermesür Deresi'ne indiler. İki köy arası, çam ormanlarından oluşan koruluktu. Derenin içinde de bir kaynak su çıkıyordu. Bir iki yıl önce köyden birisi , "bu kaynak suyunu baban çıkarttı, buranın adı Hasret'in Pınarı" demişti . O kaynaktan su içtiler. Göremediği babasını, özlemle düşledi. İki buçuk, üç saatlik bir yolculuktan sonra, Melikgazi'ye vardılar. Seyfettin Emmi karşıladı onları. Hemen eşeğin yükünü boşalttılar. Seyfettin Emmi ne kadar güler yüzlü, sevimli bir adamdı . Hemen gelip çocuğun başını okşadı, sevdi. "Vah yavru", dedi. Çocuk bir ohh çekti. "Ne güzel adam", dedi içinden. İçerden bir oğlan çocuğunun başı göründü. Yanlarına koşarak geldi . Seyfettin Emmi, oğlu Vahdettin'e gelen çocuğu tanıştırdı. Hemen kaynaştılar. Zaten ailecek sıcak kanlı oldukları anlaşılıyordu, bu insanların.

...Bu ailenin yanında yaşam farklıydı. Başkasının yanında SIĞINTI olarak yaşamak acı birşeydi ama, bu insanlar da çok iyi insanlardı. Ailenin tüm fertlerinin güler yüzleri, özellikle de Seyfettin Emminin babacan tavırları çok hoştu. Bu çocuğa yabancılık hissettirmemek için, ellerinden geleni yapıyorlardı. Vahdettin de, kardeş gibi davranıyordu. Seyfettin Emmi'nin bir de küçük kız torunu vardı. Bu küçük kız da zaman zaman gelip dedesinin evinde kalıyordu. Bu evde kendisini sığıntı olarak hisseden çocuk yatacak yer olarak, günlük oturma odasının sedirini kullanıyordu. Sabahları onun için erken kalkmak zorunda kalıyordu. Evde ilk kalkan kişi hangi saatte kalkmışsa O da o erken saatte kalkmalıydı. Doğrusu, senin erken kalkman gerek diyen olmamıştı ama , O, kendiliğinden böyle bir sorumluluk duymuştu. Birgün sabah, daha yataklarından kalkmadıkları bir sırada evin torunu olan kız çocuğu , babaannesine, "babaanne, şimdi ben bu misafirimize ne diyeceğim", dedi. Babaanne tabii ki, "ağabey diyeceksin yavrum", dedi. Çocuk yatağından kalkmak üzereydi, ama konuşulanları duyuyordu. İçinden öylesine bir sevgi seli geçti ki, kalkıp teyzeye sarılıp sarılıp öpmek istedi, anne niyetine. .Ama bu duyguyu böylesine hiçbir zaman ifade edemedi.

...Çocuk bir sıkıntısından da çok korkuyordu. Aklı erdiği yıllara kadar geceleri bazan altını ıslattığı olmuştu. Gerçi bu yakın yıllarda böyle birşey olmamıştı ama, hadi bir gece böyle birşey olursa, ne yapardı. Bu yabancı evde, elin üstünde, bir de üstüne üstlük böyle bir altını ıslatma olayından sonra bu ailenin yanında kalamazdı. Aman Allahım, bunu düşünükçe göğsü daralıyordu. Günler günleri kovaladı. Her akşam yatağa girdiğinde, bu ıslatma işi aklına geliyor, korkusundan uyumak istemiyordu. Ama korktuğu başına gelmedi Allahtan . Bir süre sonra da üstündeki bu korkuyu tamamen attı.

...Okullar açıldı. Köyün okulu, beş sınıfın bir arada eğitim gördüğü, birleştirilmiş sınıflı bir okuldu. Vahdettin de kendisi gibi beşinci sınıfa gidiyordu. Öğretmen de aynı köydendi. Okul neşeli başladı. Çocuk, okulun da verdiği güvenle, hayatındaki bu değişikliği kabullenmeye başladı. Aileden biri olmuştu artık. Evin de ufak tefek işlerine yardım ediyor, beraberce yaşıyordu bu aile ile.

...Okulunu çok seviyordu. Zaten çok küçük yaşlardan ihtibaren tuhaf bir şekilde kafasının bir köşesinde, "öğretmen olmak" fikri yerleşmişti. Bu fikir nereden O'nun kafasına girdi, doğrusu onu da pek bilmiyordu. Olsa olsa, Musa Dedesi ile beraber, kitap okurken, O'nun tarafından kafasına sokulmuş olabilirdi. Ayrıca, öğretmenlerini dikkatli dinleyen bir öğrenciydi. Onların öğütleri kafasına girmişti galiba.
O yıl çabuk geçti. Beşinci sınıfın sonunda ilkokul bitirme sınavları vardı. O sınavlar da yapıldı. İlkokul diplomasını almaya hak kazandı. Artık bu ailenin yanında kalma süresi dolmuş gibi görünüyordu.

...Şehir merkezine göçmüş bulunan babaanne ve amca, kendi aralarında, gene gergin günlerinden birini yaşıyorlardı. Zaten ilişkilerinin çok sıcak olduğu söylenemezdi. Annesi, bu kışı yanlarında geçirmişti, ama, işte yaz gelmişti. Okulunu bitiren çocuk da buraya gelmek üzereydi. Şimdi ne olacaktı. Hep beraber yaşamaları çok zordu. Bu konuyu tartışıyorlardı, kendi aralarında. Boşa koyuyorlar dolmuyor, doluya koyuyorlar almıyordu. Evin gelini de hep beraber yaşama fikrine pek sıcak bakmıyordu. Nasıl olacaktı bu iş. Zaten kendi kendilerine yetemiyorlardı. Sonunda amca kestirip attı. "Ana", dedi, "valla, biz beraber yaşayamayız, bu işe başka bir çözüm bulmamız lazım". Köyde yapılan tartışmanın ve konuşmaların benzeri burada da yapıldı.Yetiştirme yurdundan söz edildi. Hadi çocuk yurda gitsin, anaları ne olacaktı. Babaanne çocuğun yetiştirme yurduna verilmesi fikrine şiddetle karşı çıktı, bağırıp çağırıp evden ayrıldı. Nereye gideceğini bilemeden yürüdü , yürüdü. Daha önceleri de canı sıkıldığı zaman gelip başında oturduğu toprak yığınları vardı, oraya gelip yığınlardan birine oturdu. Köyünden tarafa bakıp iç geçirdi. Gözleri doldu. On yıl önce, daha askerliğini bile yapmadan vefaat eden oğluna sitem etti. Oğlu öldükten sonra, yaktığı ağıdı yükses sesle çevredekilere aldırmadan tekrar etti.

Obruğun başına çıktım.
Döndümde ardıma baktım.
Sehel sıcak kalmorada.
Yaktın sürmeloğlum yaktın.

Faridi gönlüm faridi.
Kar eridi ot yörüdü.
Kalmorada sürmeloğlum.
Torun’un göçü yörüdü.

Karalı bayrak kaldırdım.
Ben buyurmeyledim sizi.
Salman gadanız alayım.
Duran götürüyor gızı.

Gadanı alıyım Elif.
Ekinler yarıyor gılıf.
Benim bir oğlum varıdı.
Dişinin dibinde tilif.

Adana’dan söktü bekar.
Ört düştüğü yeri yakar.
Ne yatıyon aslan oğlum.
Yiğit yaylasına çıkar.

Bu zaman adammı ölür.
Din ayrı gavur ağladı.
Emmin dayın yokmuyudu.
Adanalı sal bağladı.

..."Ah dedi, oğlum ah. Neden bizi böyle bırakıp gittin. Sen olsan biz böylemi olurduk, bizi bırakırmıydın hiç, böyle çaresiz. "

...Gözyaşlarını silip, "güçlü olmalıyım", diye geçirdi içinden. "Bu yetimi büyütmem lazım." Ben zayıf olursam, bu çocuk ne yapacak." Bu düşüncelerle etrafına bakınırken, gözüne, tarlanın ucundaki tuğla yapı ilişti. Yapıyı dikkatle inceledi. Yapının yanına gitti. Bir tek odadan oluşan kulübe gibi bir yapıydı. "Bu yapı kimin acaba dedi". Çevreden sordu, soruşturdu. Bu tarlanın, yakın zamanlara kadar tuğla ocağı olarak kullanıldığını, bu kulübenin de, o tuğla ocağının bekçi kulübesi olduğunu, şehrin buralara kadar gelmesiyle, buranın da kullanılamaz hale geldiğini öğrendi. Sahibi ise yaşlı bir kadındı. "Acaba, torunumla benim oturmam için bu kulübeyi bana verirmi", diye düşündü. Kadının ev adresini öğrendi. Aydınlıkevler Mahallesinde bir evde oturuyordu. Bu kulübenin sahibi, hali vakti yerinde bir kadındı . Gidip kadını buldu. "Bir torunu olduğunu, O'nunla bu kulübede oturmak istediğini", söyledi. Kadın baktı, "tamam dedi, kırıp dökmeden oturun, ayda da on lira isterim, kira olarak". "Tamam ", dedi, kadıncağız çaresiz. Torunu köyden gelmeden, bu işi halletmeliydi ki , çocuk ortada kalmasın. Dönüşte, "neresi kırılacaksa , zaten her yanı dökülüyor kulübenin", diye düşünmeden de edemedi.

...Oğlunun evine geri döndü. Vakit akşam olmuştu. Oğlu işten yeni gelmiş, gelini ile yüksek perdeden konuşuyorlardı. Belli ki , yine aynı konu tartışılıyordu. Konunun fazla uzamasını istemedi. "Ben", dedi, "ev buldum". Oğlunun daha fazla ezilmesini, gelinden yana sıkıntı yaşamasını istemediğinden, ev kiraladığını, lafı fazla uzatmadan söyledi. Oğlu ve gelini fazla tepki göstermediler. Zaten bekledikleri de böyle bir çözümdü. Akşam evde kendisine ait ne varsa hazırladı. Sabah tuttuğu eve götürüp koydu eşyaları. Eşya dediğin de zaten bir yatak, gençliğinde ıstarda dokuduğu iki kilim, bir sac soba, bir iki de aliminyum, bakır kap-kacak ve bir gaz lambası, hepsi bu.

...Seyfettin Emmi , yanında bir yıl misafir ettiği can dostu Musa'nın torununu, köyden asfalta kadar getirip, şehir otobüsüne bindirdi. Çocuk, şehre vardığında ilk sorusu, "hükümet konağı nerede, vali bu ili nereden yönetiyor", oldu. Babaannesi ile buluştuğunda dünyalar onundu artık. Hele, kulübelerine vardıklarında, sanki saraya varmış gibi hissetti kendini.

..Ertesi gün, babaannesi ile gidip sönmemiş kireç aldılar. Onu söndürüp süzdüler. Beraberce evlerini badana ettiler. Kapısı sağlam değildi. Aralarından dışarısı görünüyordu. İçeriye rüzgar ve toz giriyordu. Kış olsa kar bile girerdi. Eski çul va çaputlardan bu kapının aralıklarını kapattılar. Yeni mekanları bundan sonra onlara yurt olacaktı.

...Okullar açılır, bir de ortaokula yazılırsa, bundan güzel keyif mi olurdu. Bu arada, babaannesi ona iş te bulmuştu. Küçük bir lokantanın bulaşıklarını yıkayacaktı. Fazla gecikmeden işe başladı. Haftanın yedi günü, sabah yedide işe gidiyor, gece saat onbirde işten ayrılıyordu. Okulların açılmasını dört gözle bekledi. Zira bundan sonraki yaşamında, okulların açılması demek, tatil demekti. Hafta sonu tatili demekti.

...Hayat yerli yerine oturuyordu. Bundan sonrası, geleceğe bakmak ve onu kurgulamaktan ibaretti. Çocuk da bu kurgulamayı çoktan yapmıştı. Biliyordu ki, hayatta çalışan kazanır. Birşeyleri ideal edinenler, mutlaka onu başarırlar.

...Hayat her zaman çelişkilerle doludur.Önemli olan, biz bu çelişkileri görebiliyormuyuz.



...Ramazan Işık
...

.

4 yorum:

  1. Şu an sabah..saat 07..Dingin bir sihinle okumayı seviyorum yazılarınızı.Gazete ,köşe yazısı,makale ..Hani bir bardak çay ya da bir fincan kahvemi elime alıp,geçiyorum pc başına.Günlük yazımı okuyorum.İlk cümlede hissettirdiniz olacakları.Güne ağlayarak başladım :) Hayatın gerçekleri..Kimine ağır,kimine çok ağır.Çocuk küçük,kalbi büyük.İdeallerinin peşinden koşmaya devam etti mi,yoksa yorulup bıraktı mı ?Yüreğinzie sağlık.Ama gerçekten sağlık..Söylenmiş olsun diye değil.Sevgilerimle..

    YanıtlaSil
  2. Sevgili EBRULİ,
    sizi üzmek istemezdim. Ama yaşanmışlıkları da hikaye tadında yazmadan edemedim doğrusu.
    Çocuk elbette ki ideallerinin peşinden koşmaya devam etti ve şu an PC başında bir blogdaşının yorumuna cevap yazıyor. Yorulmak O'nun için söz konusu değildi, öyle bir duyguyu bilmiyordu, yorulmak duygusuna kapılmak demek geleceğin kararması demekti. O bunu çok küçük yaşlarda farketmişti.
    Asıl sizin gönlünüze sağlık, desteğiniz, cesaret verici yorumlarınız ve içten, samimi duygularınızı yazdığınız için.
    Diliyorum ki sizin yavrularınız bu denli zorluklar görmeden hayatlarını kazansınlar.
    Sevgiler.

    YanıtlaSil
  3. Sizmisiniz O çocukk..Hayatınız roman gibi.Neden bir kitap haline getirmiyorsunuz? Umut olur,şevk evrir,gurur verir okuyanlara.Torunlarınzıa,sevenlerinize..Ne kadar şanslılar..Güçlü,dürüst,sorumlu,idealist bir büyükleri var hayatlarında.Gerçekten.Bir kez daha okudum,farklı duygularla.Ben de bu kadar güçlü olabilsem keşke hayatın içinde.Sevgilerimle..

    YanıtlaSil
  4. Değerli blogdaşım,
    aslında her insanın hayatında yazabileceği çok hikayeler var. Benimkisi biraz dramatik. Aslında kitaplaştırmak gerek.
    Yakın zamana kadar bu yaşanmışlıkları hatırlamak bile istemiyordum. Sanki yeniden yaşıyormuşum gibi oluyordu. Ama son zamanlarda bunları yazabilme cesareti geldi sanki. bir de sizin gibi dostlarımın cesaret vermesi bu sonucu doğurdu.
    Sizin güçlü bir insan olduğunuzu yazılarınızdan görüyorum. Allah sıkıntı vermesin, zorunlu olarak güçlü oluyorsunuz.
    Çocuklarınıza başarılar diliyorum. Allah onlara böylesi zor yaşamlar göstermesin.
    Sevgiler.

    YanıtlaSil

Düşünceleriniz benim için önemlidir. Katkılarınız için teşekkür ederim.